YAZARLAR

Pirinç yollar

Demirci çıraklığından, ana dili Ermeniceyi öğrenmek üzere İstanbul’a uzanan yolunda Margosyan, Diyarbekir’in bugününde yok edilmiş geçmişinin izini sürüyor kâh muzipçe kâh hüzünle. Bugün mü dedim, işte orası kendi içinde daha acıklı bir hikâye. Zira, belgesel tamamlandıktan sonra Margosyan’ın gezindiği Sur da yerle bir edildi.

Almanya’nın pek çok şehri gibi Hamburg da Stolpersteine adı verilen tökezleme taşlarıyla dolu. Arnavut kaldırımı taşların arasından birden bire küçük pirinç levhalar parıldıyor yerde. Bir an için duruyorsunuz. Burası insanlığınızın refleksi. Üzerindeki yazıları okuyorsunuz gayri ihtiyari; tam da o noktadaki bir evde oturan ya da iş yerinde çalışan Alman vatandaşı bir Yahudi’nin hangi toplama kampına gittiğini okuyorsunuz. İlgili kişilerin cinsiyeti ve doğum tarihi değişiyor, Nazi rejimine denk gelen ölüm tarihleri ise aynı yıllarda buluşuyor.

Türkiye’de tarih boyu yapılan tekmil kırımların kurbanlarına tökezleme taşları döşenmeye kalksa, muhtemelen tamamı pirinçten bir yüzey üzerinde yürümek zorunda kalacağımızı hayal edip gülümsüyorum acı acı. Devlet, tarihinin hiçbir dönemi için tökezlemeyi düşünmediğinden ve her daim yeni iç ve dış mihraklar oluşturarak vatandaşla ilişkisini nedense hep tehdit altında gördüğü kendi biricik güvenliği üzerinden belirlediğinden, bizde sadece ihaleyle birilerini zengin etmek üzere asfalt taşı değişir. Arnavut kaldırımı taşlar da bırakılmaz. Tarihi tescilli binalar, sonu illa da ‘port’ diye havalı yabancı kelimelere emanet projeler uğruna bir çırpıda yıkılır. En büyük hava alanı, en uzun yol, en yüksek bina, gelişimin tanımıdır.

KARAR OLARAK HAYIR

Ha bu devasa çirkin yapıların arasında hayat maddi, manevi açık hapishaneye dönmüşmüş, iktidarın bu tip tali konularla harcayacağı zamanı yoktur. Evet ve hayırın eşdeğer seçenek değil, hayır tercihinin yine vatan hainliğiyle eş anlamlı görüldüğü; HDP, DBP eş genel başkanları, vekilleri, parti çalışanları başta olmak üzere gazetecilerin, avukatların, hasta tutsakların, öğrencilerin rehin tutulduğu; kamu ihraçlarının intihar sebebine dönüşecek denli insan onuruyla oynadığı bir düzende referandumla koşar adım totaliter bir sistemi tek insanda zimmetlemeye doğru koşuluyor. Dolayısıyla evetin anlamı tek ama hayırın içi her kesimin ihtiyacı, beklentisi ve düşüyle dopdolu. Evet tercih, hayır karar.

Elbette yıkılan sadece tarihi binalar değil. Roboski Anıtı’ndan sonra Orhan Doğan Anıtı’nın da kayyım kararıyla yıktırılması, süregiden gözaltı ve tutuklamalarla birlikte nasıl bir gelecekle karşı karşıya olma tehlikesinde olunduğunun somut anıtı. Öyledir bazen, yıktırılanlar ve inkâr edilenler kendi adına konuşur.

GÂVUR MAHALLESİ’NDEN SUR’A

O konuşmalardan biri de HDK Hamburg’un düzenlediği etkinlikte Yusuf Kenan Beysülen’in çektiği Mıgırdiç Margosyan’ın ‘Gâvur Mahallesi’ belgesinde mevcuttu, duyan kulaklar için. Kürt siyasi hareketinin öncülüğünde kolektif haklar ve bizatihi varoluş için mücadele verilen doksanların karanlığında Margosyan’ın aynı adlı kitabı Diyarbakır’ın Amed hikâyesini sindirmeye çalışan bir topluma, oradaki Gâvur Mahallesi’ni şehrin Ermeni tarihini sunmuş, kimliğinden ödün vermeden insanca yaşamanın ilhamına dönüşmüştü.

Bir masal gibi kurulan ve Margosyan’ın kendi sesinden usul usul ilerleyen belgesel de, küçücük bir oğlanın ‘kafle’den mucizevi bir şekilde sağ kurtulan ana ve babası eşliğinde bir krallık gibi dinlediği Heradan köyünü anlatıyor bize. Kökün, memleketin hakiki anlamını. Emeği, günahı ve sevabıyla bir arada yaşama uğraşını, kaybedilmiş bir dünya cennetini…

Demirci çıraklığından, ana dili Ermeniceyi öğrenmek üzere İstanbul’a uzanan yolunda Margosyan, Diyarbekir’in bugününde yok edilmiş geçmişinin izini sürüyor kâh muzipçe kâh hüzünle. Bugün mü dedim, işte orası kendi içinde daha acıklı bir hikâye. Zira, belgesel tamamlandıktan sonra Margosyan’ın gezindiği Sur da yerle bir edildi. Yani, belgeselin şimdiki zamanı da artık kendi içinde bir belgesel…

Margosyan’ın filmi izledikten sonra içine kan dolan gözlerine bakıyorum. İzleyenlerin dağılan yüzlerine tek tek. Bunlar için de hayır diyorum içimden. Ermeni olarak değil; hamuru insan, hamuru varlık olan bir yazar olarak. Ermenileriyle ve Kürtleriyle halleşememiş, mezarsız ölenlerin ahı üzerinde bir ülkede, hepimizin sürgün kalacağını hisseden; özgür ve eşit bir hayatı örmedikçe, huzur bulamayacağımızı bilen bir insan olarak.

Sizce de Mıgırdiç Margosyan’ın gözleri ışıl ışıl parlamayı hak etmiyor mu? Daha ne kadar yitirmemiz gerekiyor, yeterince belamızı bulmuş olmak için? Hepimiz ağız dolusu gülemeden hayat haram olmaya devam.


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.