YAZARLAR

Referandum Tartışmaları 7: Batı düşmanlığı kaldıracı, eveti yükseltir mi?

Referandumun gündemi, anayasa değişikliğinin dar içeriğinden hayli uzağa taşınmış durumda. Fakat, henüz "evet olup yağan" oylar görülmüyor ama mahcubiyeti ve "her durumda kazanıyorlar" çaresizliğini üzerinden atamayan karşı bloğun hamle hatalarıyla damlayanlardan bahsedilebilir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "himayelerinde" AKP'li bakanlar eliyle Avrupa sahnesinde yürütülen ve buradan "naklen izlenen" referandum çalışmaları, hız kesmeden (en azından şimdilik hızının kesilmesine izin verilmeden) devam ediyor. Olayların gerekçeleri ve içeriği, hazırlanışı ve yaşanışı, etkileri ve sonuçları ile ilgili tartışmalar da bu hıza yetişmeye çalışıyor.

Hadiselerin ortaya çıkışı ve tırmandırılmasıyla ilgili neredeyse görüş birliği var. Evet tarafında da, hayır tarafında da olayın referandum gündemiyle bağı konusunda tereddüt yok. Görüş ayrılığı, Avrupa'nın aslında evete mi, hayıra mı çalıştığı konusunda. Bir fark da, olayın hangi aşamasından itibaren "kurmaca" olduğuyla ilgili.

İktidarın bu alandaki yatırımının uzun dönemli olduğu, AKP'li Hüseyin Kocabıyık ve Ömer Çelik'in "evete katkı" konusundaki iyimser yorumlarından çok, Erdoğan'ın olayı kullanma dozu ve biçiminde saklı. "Göçmen anlaşması" ve muhtemelen idam krizleriyle de tazelenecek (referandumdan bağımsız olarak Ortadoğu ve ekonomi gündemiyle ilişkili olarak daha derin kazılmak için hazırlanılan) "batıyla gerilim" meselesi, evet oylarındaki nisbi yükselmeden ibaret olmayan bir "fayda"ya hizmet ediyor.

***

İşin görünür faydası, "düşman taarruzu karşısında" alarma geçirilen milliyetçi - muhafazakar oy tabanını motive ve bu yolla iktidar arkasındaki desteği konsolide etmek. Bu siyasi manivela Türkiye'ye özgü değil aslında. "Tehdit algısı" ile "siyasi alt beyin (amigdala)" arasındaki ilişki hemen her yerde benzer refleksleri harekete geçiriyor. Avrupa sağının, sağladığı ırkçı doping nedeniyle son krizi pek sevmesi de bu yüzden...

Fakat bu memleketin batıyla ilişkisi de, tepkisi de biraz daha karmaşık, biraz daha kendine özgü, biraz daha gelgitli. 250 yıllık problemli bir tarihin ürettiği kompleksli, hatta hastalıklı bir düşünce ikliminin etkisinde bir ilişki bu. Haseti hamasetle telafi etmeye çalışmanın "üzücü komiklikleri" çok örnek üretiyor buralarda. Bir yanda "ezel-ebed" düşman tedariki, diğer yanda kabul edilme beklentisi. "Türk'e hayran Helga" hayali ile "üçüncü havalimanı kıskançlığı" sanrısı arasındaki mesafe pek fazla değil aslında.

Neredeyse bütün kritik işbirliği hamlelerini (NATO, iktisadi entegrasyon, Gümrük Birliği, AB) yapmış ve daha önemlisi bunlarla övünmüş sağ iktidarlar, batı karşıtlığına başvurma konusunda da açık ara önde. Saklama gereği duyulmayan, adeta onaylanmış bir ikiyüzlülük bu. İki yıl önce "vizesiz Avrupa" seçim vaadi iken, birden "Avrupa bitmiş"e gelivermek bu sayede mümkün. AB ülkelerinin AKP'li bakanlara propaganda barajının, ABD'nin Müslümanlara vize engelinden daha "Haçlı işi" bir uygulama gibi sunulabilmesi de.

***

Olayın "irrasyonel" tarafındaki "düşmanlık reflekslerini" kontrol edebilen, harekete geçirebilenler için kullanışlı bir siyasi kaldıraç "batı düşmanlığı." Ama kaldıracın çalıştırıldığında çıkacağı seviyeyi belirleyen bir de rasyonel kontrol paneli var: Toplumun beklenti, menfaat ve zarar algısı. Batıyla ilişki meselesinin siyasi davranışlar üzerindeki etkileri de bu iki kontrol tablosunun ortak ürünü.

Avrupa ile yaşanan son krizin, pek çok yorumcunun işaret ettiği gibi, özel olarak evet, genel olarak iktidar desteği için ihtiyaç duyulan "düşman" istihdamına ithalat yoluyla katkı yaptığı söylenebilir. Hatta iç düşmanların ürkütücülüğünü hainlik etiketiyle güçlendirmeye yaradığı da ileri sürülebilir. Hadisenin "mağduriyet" prodüksiyonu da bu etkinin arzulandığını gösteriyor. Fakat, işin bu (irrasyonel) tarafında hala talep olup olmadığı biraz tartışmalı.

İşin "rasyonel" tarafında, evet konusunda tereddütlü seçmen başta olmak üzere, AKP döneminin maddi getirileriyle daha ilgili "endişeli pragmatikler" içinse batıyla köprü atma görüntüsünün, sadece retorik düzeyinde bile koyulaşması rahatsız edici olmalı. Bu iki tablonun toplam etkisini ölçüldüğünde göreceğiz. Krizin şimdilik eveti olmasa da "eveti artıracak kanaatini" yükselttiği görülüyor.

Ancak, yazının başında işaret edildiği üzere, nisbi evet katkısından ibaret olmayan ve şimdiden izlenebilen başka etkiler var. Galiba, Erdoğan tarafından kendiliğinden veya kurgulanmış krizlerin bilançosunun getiri tarafında sürekli pozitif katsayı kullanılabilmesinin anahtarı da bu etkilerde. Kriz prodüksiyonları birkaç puanlık oy katkısından daha kıymetli ve daha kalıcı etkileri hedefliyor ve çoklukla elde ediyor.

***

Bu etkilerin birincisi, çıkacak krizlerin ve krizler üzerine konuşmanın daima iktidara yarayacağına ilişkin, üstelik daha çok muhalefet eliyle yerleştirilen inanç. Bu, krizlerden korkan muhalefet, krizlerin sorumlusu değil fırsatçısı olabilen iktidar yaratan absürt bir siyasi vasat. İktidarın, gerçek ve kurgu krizlerin hepsinden mağduriyet devşirebildiği doğru ama bu hakikatin abartılmasıyla, "ya mağdur olurlarsa" diye muhalefet kalkanı üretilmesi sadece onların becerisi olmasa gerek.

İkinci etki, iktidarın olası istismarlarına karşı savunma gerekçesiyle, yaratılan gündemin gönüllü taşıyıcısı haline gelen muhalefet (ve kaldığı kadarıyla sivil toplum, medya ve sermaye) aklı. Önce, "kişiselleştirmeyeceğiz" diye, düpedüz kişiselleşmiş bir meselenin ("seni başkan yaptırmayacağız" sloganının açık başarısına rağmen) asli aktörü konunun dışına taşındı. Ardından "hayır cephesi" suçlamasını karşılamak için (dokunulmazlık meselesinde de olduğu gibi) açık ihlallere göz yuman "mesafeler" oluşturuldu. Son olarak, "düşman işbirlikçisi" olmamak için Avrupa'ya taarruz başlatıldı.

Bütün bunlar, Erdoğan ve AKP'nin kurduğu gündemin ve ürettiği "gerçekliğin" kendi ikna edebildiği yüzde elliden daha fazlasına taşınması, genel kamuoyu için meşrulaştırılması ve belki de kabul ettirilmesi demek. Bu yüzden hala Sabah ya da Akşam'a değil Hürriyet'e attırılan "Gaddarlar" manşeti daha kıymetli. Bu yüzden, MHP'li muhaliflerin veya CHP'nin mahçup kınamaları Hollanda'ya sefere çıkan güruh kadar önemli. Savunma pozisyonu alınan her suçlama, suçlamanın kaynağı olan istismarı yeniden üretiyor, hatta son krizde olduğu gibi bazen büyütüyor.

Anayasa değişikliğinin içeriğinden daha geniş bir gündeme oturtulacağı ilk günden belliydi. Hem değişikliğe dair argüman kısırlığı, hem iktidarın asli ihtiyaçları bunu zorunlu kılıyordu. Artık bir ay kaldı ve istenen büyük ölçüde gerçekleşmiş görünüyor. Referandumun gündemi, anayasa değişikliğinin dar içeriğinden hayli uzağa taşınmış durumda. Fakat, henüz "evet olup yağan" oylar görülmüyor ama mahcubiyeti ve "her durumda kazanıyorlar" çaresizliğini üzerinden atamayan karşı bloğun hamle hatalarıyla damlayanlardan bahsedilebilir.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).