Selin Sayek Böke: Yeni bir hikâye yazmamız lazım
CHP Sözcüsü Selin Sayek Böke’den Kürt sorunundan Suriyeli mültecilere, TSK’nın Suriye’deki varlığından Irak Kürtlerinin bağımsızlık ilanı ihtimaline, CHP’nin sağa kaydığına dair eleştirilerden ekonomideki gidişata kadar akıllardaki tüm soruların yanıtlarını almaya çalıştık…
16 Nisan’a yaklaşırken CHP’nin “yumuşak” muhalefeti, yer yer sağcı-milliyetçi söylemleri daha fazla göze batıyor. Bir arkadaşımızın söylediği gibi “CHP, AKP’nin muhalefet kolları başkanlığı gibi davranıyor.” Geçtiğimiz hafta söyleşi yaptığımız Prof. Dr. İlhan Uzgel de “Siyasetinizi kuramadığınız anda, kendiniz sağcılaşırsınız. CHP’nin şu an yöneldiği yer burası oldu” demişti.
Not defterimize Uzgel’in bu tespitini de koyarak CHP’nin Kılıçdaroğlu’ndan sonraki en etkili isminin, Parti Sözcüsü ve Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke’nin kapısını çaldık. Böke’den Kürt sorunundan Suriyeli mültecilere, TSK’nın Suriye’deki varlığından Irak Kürtlerinin bağımsızlık ilanı ihtimaline, CHP’nin sağa kaydığına dair eleştirilerden ekonomideki gidişata kadar akıllardaki tüm soruların yanıtlarını almaya çalıştık…
Geçtiğimiz hafta kredi derecelendirme kuruluşu Moody's, Türkiye'nin kredi notu görünümünü “durağan”dan “negatif”e indirdi. Ülkede ciddi bir yatırım ve istihdam sorunu yaşanıyor. Derin bir ekonomik krizden söz ediliyor. Fakat ekonomideki bu gidişat AKP’yi siyaseten zayıflatmış görünmüyor. Bunu bir siyasetçi ve iktisatçı olarak nasıl açıklıyorsunuz?
Çünkü kısa vadede talebi canlandırıcı ve vatandaşın günlük sorunlarına merhem olabilecek işleri yapacak alanlar hâlâ mevcut. Yavaşlama olunca vergi indirimiyle belli bir canlanma yaratabiliyorsunuz. Bu bir nefeslik can veriyor ama o canın uzun süre yaşamasına imkân verecek esas reformlar yapılmadığı için gelecekte krizin daha da derin gelmesi ihtimali ortada duruyor. Borçlanmayı sürdürebilmenin tek yolu dışarıyla kavga etmeden ve içeride kurallı işleyen bir hukuk devletine dayalı ekonomiyi inşa etmektir. Bunlar da olmadığı için illa ki kriz vuracak.
Krizle ilgili bir öngörüde bulunabiliyor musunuz?
Eskiden Türkiye’de kriz olup olmadığını sadece döviz kuru üzerinden okurduk. Kur bir gecede yüzde bin değer kaybeder, faizler bir gecede çatıdan fırlayıp uçar… Bugün belki öyle bir krizin emaresi, o günlerdekine benzer boyutlarda yok. Ama reel sektörde çok yaygın bir işsizlik ve borçluluk var. Yaygın kelimesi burada önemli. Türkiye, önceki krizlere tek ekonomik aktörün, mesela devletin borçlu olduğu ve o borcu ödeyemediği koşullarda girdi. Bugün milyonlarca insan borçlu. Onun için bu kriz başka krizlere benzemeyecek. Kaynak kesildiğinde borcunu ödeyemeyecek olan tek bir kurum değil, yüzlerce KOBİ, milyonlarca vatandaş olacak.
Son 7 yılın en büyük işsizliği yaşanıyor. Cumhurbaşkanı, işverenlere istihdam konusunda çağrılarda bulunuyor. Bu tür çağrılarla istihdam sorunu çözülebilir mi?
İşveren zaten kâr edecekse, çağrıyı beklemeden istihdam yoluna gider. Ek istihdamı sağlayacak ortam olmayınca “işe al” dediğinde belki indirim ve teşviklerden kaynaklı olarak işe alımlar olur ama o teşvikler kaldırıldığı an işveren işçiyi çıkartır. Bakın, şu an siyaset, ekonominin önündeki en büyük gölge. İşsizliğin de bu noktada olmasının temel sebebi siyaset. Anayasa değişiklik teklifini getirmiş olan AKP, fiili duruma hukuk yazacağız dedi. Fiili durum yazdıkları hukukta tarif ediliyor. Yazdıkları hukuk ne? Tek adama yürütmeyi, yasamayı, yargıyı, tüm yetkileri teslim eden ve keyfi bir ekonomik düzeni ortaya çıkartacak bir öneri.
Yani referandumdan “evet” çıkarsa, şu anki kriz hali gelecek için “garantilenmiş” mi olacak?
Maalesef öyle. Keyfi ekonomik düzen yüzünden son iki buçuk yılda 928 bin kişi işsiz kaldı. Keyfilik Türkiye’yi hukukun üstünlüğü sıralamasında kırk ülkenin gerisine düşürdü. Eğer hukuk yoksa, kurallı işleyen ve ekonomiye dahil olan insanların kuralı bilip ona göre adım attığı bir düzen de yoktur. İşveren eğer TMSF’nin bir KHK ile işine el koyabileceği tereddütü yaşıyorsa ne üretim kapasitesine artırır ne de istihdam yaratır.
'YENİ BİR HİKÂYE YAZMAMIZ GEREKİYOR'
İktidarda siz olsaydınız, ne yapardınız?
Türkiye’nin ekonomide yeni bir hikâye yazması gerekiyor. Ama bunun için siyaseten de yeni bir hikâye yazması gerekiyor. O yüzden 16 Nisan’ı bir fırsat olarak görüyorum. Çünkü yeni yazılacak hikâyenin önemli bir ilk ayağı hukuk devletini inşa etmekten ve demokrasiden geçiyor.
Ya “Evet” çıkarsa?
O zaman ekonomi için de zor günler bizi bekliyor. Fiili başkanlıkta bunun sonuçlarını yaşıyoruz zaten.
Ekonomik krizlerin demokrasi talebini değil, faşizmi derinleştirebileceğine ilişkin tespitlere katılıyor musunuz?
Bu riski bertaraf edebilecek olan bizleriz. Yeni bir hikâye yazılabileceğine vatandaşımızı ikna edebilirsek o zaman bu olmaz. İkna edemezsek bizim için de Türkiye için de zor olur.
Başka bir hikâye yazılması gerektiğini söylüyorsunuz ama kullandığınız dil giderek AKP’ninkine benziyor, milliyetçileşiyor. Kılıçdaroğlu yer yer İslamcı referanslar kullanıyor. Dolayısıyla yeni bir hikâyeden kastınız nedir?
Öncelikle demokrasiyi inşa edecek bir birliktelik göstermemiz gerekiyor. Demokrasinin barındırdığı birlikte fikir üretme ve yaşama kültürünü geliştirme aynı zamanda bu çağın ekonomisinin en önemli parçalarından biri. Türkiye henüz bu çağın ekonomisine eklemlenmiş değil. Yeni üretim biçimleri belki bugünkü kapitalist düzenden çıkıyor ama doğası gereği sosyal demokrat bir üretim biçimine dönüşme imkânı da taşıyor. Onun için sadece bizde değil, tüm dünyada bu dönüşümü yapacak bir siyasete ihtiyaç var.
Bunu biraz açar mısınız?
Bugünkü kapitalist düzen tekil üretim merkezleri ortaya çıkardı. Elimizdeki cep telefonu ve üç boyutlu yazıcıyla her birimiz birer fabrikaya dönüşme imkânına sahibiz. Sermayeyi tabana yaymak için yeni fırsatlar var. Sermaye artık bilgi ve o bilgiyi kullanacak insanın becerilerine indirgenebilecek kadar sosyal demokrat bir doğa kazandı. Sosyal demokrat bir siyasete de müthiş bir zemin açılmış durumda. Ayrıca bunca kutuplaşmış toplum içinde hakiki bir sosyal demokratlıkla, farklılıkları ezmeyen, onları içselleştirecek yeni bir siyasete ihtiyacımız var. Çünkü biz 14 yılda kimlikler üzerinden yürütülen siyasetlerle çok ayrıştık. Kimlik siyaseti farklı kimliklerin sorunlarını derinleştirdi. Sosyal demokratlar el uzatarak o siyaseti de değiştirmek zorunda.
Kimlik siyasetlerinin temel sebebi iktidarın onları tek kimlik içinde eritme hamleleri değil mi?
Çok doğru.
'KUCAKLAŞMA SİYASETSİZLEŞMEYLE YÜRÜRSE CHP KAYBEDER'
Dayatılan kimlik Türk-İslam kimliği. CHP’nin “herkesi kapsayıcı” siyaseti Türkçü-İslamcı referanslarla olunca AKP’den ne farkı kalıyor?
Eğer kucaklaşma siyasetsizleşmeyle yürürse CHP kaybeder. Dolayısıyla başkalarını ortak etmek adına onların diliyle konuşan siyaseti doğru bulmuyorum. Herkese kendi dilimizle konuşan ama onların da kulak kabartabileceği kadar kucaklayıcı bir dile ihtiyaç var. Bu dil başkasının dili olduğunda biz de kaybederiz.
Sosyal demokrat bir partiye uymayacak ayrımcı söylemleri de görüyoruz CHP’den. Dış politikadan sorumlu genel başkan yardımcınız Öztürk Yılmaz, "Türk askerleri Suriye El Bab’da şehit olurken, Türkiye’de askere alınabilecek yaşta Suriyeliler Türk kızlarıyla geziyor” demişti. Bu tür sözleri nasıl izah ediyorsunuz?
CHP’nin bir göç raporu var. Partinin pozisyonunu o rapordaki yaklaşım tarif eder. Biz nasıl ki kendi vatanımızda bir hayat hayal ediyorsak, bütün dünya vatandaşlarının da bu hakka sahip olduğu bir düzen istiyoruz. Onun için Suriye’deki savaşın bir an önce bitirilmesi ve göç etmek zorunda kalmış olanların kendi vatanlarına gidebileceği bir yarının inşa edilmesi gerekiyor. Milyonlarca insan Türkiye’de yıllardır ekmek sofrasına ortak oldular. Toplumdan kaynaklı sıkıntılar görmedik biz. Türk toplumunun gönlü çok açık.
Antep gibi yerlerde ırkçı saldırılar oldu, kamplar yakıldı…
Fakat onu beslemiş olan da siyaset. Toplumun kendi doğasından gelen bir düşmanlaşma değil, ötekileştiren siyasetin ortaya çıkardığı ve yurdunu terk etmek zorunda kalanları topluma dahil edecek işler yapılmadığı için de bu sorunlar artıyor.
Peki bunu besleyen bir siyasetçi olarak Öztürk Yılmaz’ın beyanatına parti olarak tepki gösterdiniz mi?
CHP belediyeleri Suriyeli mültecilerin hayata ortak edilebilmesi için ve bu ortaklığın toplumun kendi dinamiklerini zedelememesi için belli sosyal politikalar geliştiriyor. Meseleyi bir söylemi tekzip etmenin ötesinde yaptıklarımızla tarif etmenin doğru olduğunu düşünüyorum. Buradaki Suriyeli gençlere, çocuklara imkân yaratarak nasıl bir siyaset öngördüğümüzü ortaya koyuyoruz. Dolayısıyla o cümleyi tekzip etmek… Olur tabii ama demokrat bir biçimde fikirler beyan edilmiş. Her fikri takip etme yükümlülüğünün siyaseti doğru yere evriltmediğini düşünüyorum.
Yılmaz’ın beyanatına değil belediyelerin icraatlarına bakalım diyorsunuz ama o sözü herhangi bir milletvekili değil, partinizin genel başkan yardımcısı söylüyor. Siz mesela şu anda da Yılmaz’ın açıklamasını düzeltmekten neden imtina ediyorsunuz?
Düzeltmekten imtina ettiğimiz doğru değil. Eğer yanlış bir siyasi söylem varsa, partinin uyguladığı siyasetin ilkesel temellere dayanması gerektiğini düşünenler mutlaka itiraz eder ve gerekli düzeltmeleri yaparız.
Yılmaz’ın bu açıklamasını yanlış buluyor musunuz?
Israrla bu açıklamaya dair bir yorum mu alacaksınız benden? CHP bir kitle partisi olduğu için, her konuyu her yönüyle tartışmakla ve bazen bu tartışmayı toplumu içine alacak biçimde kamuoyu önünde yapmakla yükümlüdür. Ama bu tartışmalar yapılırken fikir ayrılıkları ve kimimizin yanlış bulduğu şeyler olabilir. Mesele, bundan harmanlanmış bir ortak akla dayalı siyaset oluşturmak.
'SOSYAL DEMOKRAT ÇİZGİDEN SAPMADIK'
CHP’nin sağcılaştığı tespitine katılıyor musunuz?
Parçası olduğum bir parti ve inandığım siyaset ışığında buna katılmam mümkün değil.
Gerçekten oturup “AKP’nin elinden milliyetçiliği, İslamcılığı almak için biz de o damardan girelim” diye bir karar mı aldınız, yoksa AKP’nin yarattığı hegemonyanın kuyruğuna mı takıldınız?
Bir hegemonyayı yıkmak için onun diline teslim olunmaması gerekir. Yeni bir hikâyenin yazılması ısrarımı sohbetin başından beri o yüzden sürdürüyorum. Eğer başka bir hikâye yazılabileceğini, başka bir ortaklığın mümkün olduğunu tarif edemezsek, bunun altında biz de kalırız. Sağcılaşmayı nereden okuduğunuzu bilmiyorum…
Mesela Kılıçdaroğlu’nun Necmettin Erbakan’ı anma gününe katılıp, Erbakan’ın “Davam” isimli kitabını, Sivas Katliamı sırasında Refah Partisi’nin belediye başkanı olan, şimdi de Saadet Partisi’nin genel başkanlığını yapan Temel Karamollaoğlu’nun elinden alması…
16 Nisan’da Türkiye “evet” ve “hayır” olan, siyah ve beyaz kadar birbirinden farklı iki tercihli bir oylamaya gidiyor. Bu oylama bir siyasi partinin iktidarına dair değil, Türkiye’nin ayrışmadan, birlikte yaşayıp yaşamayacağına ilişkin bir oylamadır. O oylamaya kadar olan süreyi birliktelik çağrımız açısından çok önemsiyoruz. Ve meselenin bir siyasi partinin ideolojisi üzerinden değil, Türkiye’nin birlikte yaşama kültürü üzerinden tarifi stratejik bir karar. CHP’nin bu kampanyada geride durmasının, meseleyi kendi siyasi söyleminin ötesinde memleket meselesi diye tarif ediyor olmasının sebebi bu. Bu genel anlayışın içinde yeni hikâyenin nüveleri olması gerektiğini düşünüyorum.
Ama pek yok…
Sizinle şahsım adına değil CHP adına konuşuyorum ve şu an o nüveleri ifade ediyorum. Böyle bir yeni hikâyenin var olması gerektiğini ve ne olduğunu bildiğimizi en azından ben size söylemiş olayım. Bunca ayrışmış bir toplumda kendi inandığımız şeylerden vazgeçmeden ama bazen başkasının kelimelerini de kullanabildiğimizi, kimi zaman kulak kabartabildiğimizi göstermemiz gerekiyor. Gittiğim her yerde söylüyorum: Hangi görüşte olursanız olun, siyasi olarak ayrıştığınız bir komşunuzun kapısını çalın. Komşunun kapısını ilk çaldığınızda sadece kendi değerleriniz üzerinden birşey tarif ederseniz, onu o değerlere ortak etmeniz mümkün olmayabilir.
Yani CHP’nin mevcut söyleminin referanduma kadar belirlenmiş bir strateji olduğunu söyleyebilir miyiz?
Doğru.
Peki “evet” çıkar da Türkçü-İslamcı sağ siyaset daha da kuvvetlenerek yoluna devam ederse, CHP şu anki stratejisinden vazgeçip sosyal demokrat çizgiye mi dönecek yoksa o hattan devam mı edecek?
Bugünkü çizgimiz, sosyal demokrat çizgiden sapılmış olduğunu göstermiyor. Karşıdaki kişiye yönelik, kimliği üzerinden değil, hayatı ortaklaştırdığınız değerler ve o değerlerin ortaya çıkardığı sonuç üzerinden siyaset yapıyoruz. Asgari ücretlilerin inancı, kimlikleri farklı olabilir ama talim ettikleri ücret ve o ücretle sağlamak zorunda kaldıkları yaşam koşulları birbiriyle ortaklaşmış oluyor.
Bu kadar keskinleşmiş kimliklere rağmen sınıfsal ortaklık yaratmak mümkün mü?
Olacak, olmak zorunda. Eğer bugünün hegemonik ortamının yarattığı ayrışmayı bitireceksek böyle bitireceğiz. Türk fabrika işçisi de Kürt fabrika işçisi de net 1.404 lira maaş alıyor, ikisi de açlık sınırının altında yaşıyor…
Ama bunun üzerinden ortaklaşmanın kurulamadığı da biliniyor…
Hedefimiz bu.
Kürt sorununun çözümü için bir pozisyon belirlemeniz gerekiyor. O pozisyonu belirlediğiniz anda, milliyetçileşmiş alt sınıfı karşınıza alıyorsunuz…
Kürt sorununu çözmek için bir karşıtlık yaratmak gerekmiyor. Kürt sorununu çözmek için demokratikleşmeye, şeffaf ve katılımcı bir kültüre ihtiyaç olduğunu, sorunu birlikte çözeceğimizi söylediğiniz anda bütün toplumu dahil ediyorsunuz. Sorun TBMM’de çözülmeli. Çözüm yolu katılımcılıkla, sivil toplumun dahil edildiği ikinci bir halkayla büyütülmeli ve mutlaka geçmişte yaşanmış olaylarla yüzleşilmeli. 16 Nisan’daki “hayır”ın demokrasi olduğunu ve demokrasinin bütün kimlikler için gerektiğini vurgulamak zorundayız.
'7 HAZİRAN'DA FIRSATI CHP KAÇIRMADI'
Türkiye katı merkeziyetçi sistemi sürdürmeli mi? Bu, ulus-devletin olmazsa olmazı mı? Ademimerkeziyetçi yönetim modeli taleplerine nasıl yaklaşıyorsunuz?
Türkiye’nin merkezden yönetilmesi ama yerel yönetimlerin güçlü, mali açıdan daha özgür olması ve kendi sorunlarını tespit edip çözümü de yerelden geliştirebilmesi gerektiğini yıllardır savunuyoruz.
2013-2014 yılları herkesin Kürt sorununa yönelik çözüm önerisi yarıştırdığı bir dönemdi. AKP, çözüm sözcüğünü bile buzdolabına kaldırırken CHP de aynı şeyi yapmadı mı?
Adına çözüm süreci denen dönemin başarısızlıkla sonuçlanacağını öngören ve bunu zamanında bu temellerle eleştirmiş bir parti olarak konuşuyoruz. O zamanki eleştirilerimizin ne kadar doğru olduğu bugün yaşananlardan belli. Bu işin çözülmesi için Türkiye toplumunun temsil edildiği demokratik zeminin kullanılması gerekiyor. 2013’te de bunu söyledik 2017’de de bunu söylüyoruz.
7 Haziran sonrasında sizce CHP, yapması gereken muhalefeti yaptı mı?
7 Haziran sonrasında CHP, yüzde 60 muhalefete, her biçimde demokrasiyi yaşatmak adına gerekli çağrıları da yaptı, gereken diplomatik adımları da attı. Dolayısıyla elimizden kaçmış olan demokrasi fırsatını CHP kaçırmış değil.
Kim kaçırdı peki?
7 Haziran’dan hemen sonra MHP, herhangi bir ortaklığa dahil olmayacağını açıklamıştı.
Selahattin Demirtaş, hapse girmeden hemen önce Express dergisine yaptığımız söyleşide CHP için şunları söylemişti: “AKP her sıkıştığında, yaptıkları hatalarla, devletin bekası adına resmen faşizan sistemin değirmenine su taşıyorlar. Biz bunu eleştirmeden veya tespit etmeden yürüyemiyoruz artık. CHP yönetimini eleştirmek muhalefete karşı bir muhalefet değil, aslında iktidara karşı muhalefetin de bir parçasıdır artık.” Demirtaş’ın bu eleştirisini nasıl yanıtlarsınız?
Çözüm sürecinde daha çok demokrasi diyen bizlerdik. Adına çözüm süreci denen süreçte kendi sorunları çözülecek diye demokrasiyi gözardı edenler AKP ve HDP’ydi. Dolayısıyla bu hem haksız hem de kendi içine bakmayan bir eleştiri.
“Kendi sorunları” diyorsunuz. Kürt sorunu herkesin sorunu değil mi?
Doğru, hepimizin sorunu. Ve hepimizin sorunu olduğu için ortak bir çözüm olmalı. Hepimizin sorunu olduğu gerçeğini kabul etmeyen yaklaşım oradaki yaklaşımdı. Orada çözüme ortak edilenler siyaseten AKP ve HDP ve müzakere masasına birlikte oturulmuş olan PKK’ydı. Bunun içinde toplum kesimlerinin çoğunluğu, siyasi partilerin de önemli bir kısmı yoktu.
Fakat toplumun o sürece çok büyük desteği olduğu kamuoyu araştırmalarına yansıyordu.
Peki neden çöktü?
Çünkü AKP’ye oy kazandırmadı.
Demek ki toplumda da istenen desteği bulacak adımlar atılmamıştı. Yani sürecin sağlıklı kurulmadığı aşikâr. Hepimizin ortak sorunlarını çözecek zeminin Meclis olduğu gerçeğiyle hareket etmek gerekiyor. Bunu da savunmuş olan tek parti CHP’dir.
CHP neden o sürece dahil olmak için daha etkin bir muhalefet yürütmedi?
Dahil olmak için gösterilen çaba, en son sorgulanacak olandır. Parti hem açık kredi vermişti hem de sürecin neden çökeceğine dair tespitleri ortaya koymuştu. Ayrıca “gelin başka bir yöntemle çözelim” diye alternatif sunmuştu. Ama bu alternatifi gözardı eden iktidarı değil de alternatifi koyan partiyi eleştirmek siyasetin en yanlış okuması olur.
Sizce referandum, Kürt sorununu nasıl etkiler?
Eğer bizi bunca kutuplaştıran, Kürt sorununu derinleştirecek ötekileştirmeyi de yaratan siyasete hep beraber “hayır” demezsek, korkarım sadece Kürt sorunu derinleşmeyecek, bambaşka sorun tarifleri de ortaya çıkacak.
CHP tabanının bu konudaki yaklaşımı nedir?
Sur’da sorunların en derin olduğu dönemlerde altı milletvekili olarak Diyarbakır’a gittik. Ben Diyarbakır’daki ziyaretimizin basın açıklamasını İzmir’de yaptım. İzmir’de, Diyarbakır’da yaşananları anlattığımda, seçmenim beni de sorunu da kucakladı. Dolayısıyla tabanda bir sıkıntı yok. Toplum birlikte yaşamak, birlikte çözmek istiyor. Ama siyaset buna gölge ediyor.
'TSK SURİYE’NİN GÜNEYİNE İNMEMELİ'
Suriye’nin belli bölgelerinde Türk askeri varlığını sürdürüyor. Kılıçdaroğlu, “askerimizin orada işi ne” diye sordu ama TSK’ya sınırötesi operasyon yetkisi veren tezkerenin çıkmasında CHP’nin de payı var. Bu konuda bir özeleştiri yapıyor musunuz?
Biz o zaman “kendi sınır güvenliğimiz için ve 80 milyonun güvenliği için yapılması gereken sınırötesi operasyonlar mutlaka yapılmalıdır” demiştik. Ancak yapılacak olan bu sınırötesi operasyonların uluslararası hukuka uygun olması ve sadece Türkiye’nin güvenliği açısından tarif edilmesi gerekliliğini o tezkere de ifade ediyordu, biz de öyle ifade ediyorduk.
AKP de Suriye’ye asker sokarken güvenlik gerekçesini kullanmıyor mu?
Bir demokraside, bir tehdidin varlığını açıklamakla yükümlü olan iktidardır. Açıklama da muhalefete yapılmalıdır. Ama böyle bir açıklama yapılmadı. Suriye’nin güneyine inilmesinin, Mehmetçiğimizin tehlikeye atılmasının uygun olmadığı görüşümüzü ve endişelerimizi dile getiriyoruz.
Yani Türk askerinin Suriye’den çıkması gerektiğini düşünüyor musunuz?
En azından daha güneye inilmemesi gerektiğini…
Kuzeyde kalsın mı?
Sınır güvenliğimizi sağlayacak işler yapılması gerektiğini… Yani kuzeyde kalmak gibi bir tarif de doğru değil. Ama bugün bulunduğumuz koşuldan her anlamda derine inmiş bir yaklaşıma Türkiye’nin ihtiyacı yok.
PYD’yi ve Rojava’daki idari yapılanmayı nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’yi koruyacağı iddiasıyla kendisine belli taraflar seçerek Suriye’ye girmiş olan iktidar, sonuçta hem kendisini güçsüzleştirdi, hem Türkiye’yi orada bir güç olmaktan çıkardı hem de engel olacağını söylediği şeyi bir gerçeğe dönüştüren siyasetsizliği yarattı. CHP’nin yaklaşımından öte AKP’nin nasıl bir sorunsala yol açtığının çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Irak’ta Kürtler bağımsızlık ilan ederse yaklaşımınız ne olur?
Bizim önceliğimiz Türkiye’ye dair meselelerdir. Başka ülkelerin kendi bağımsızlıkları içerisinde verdikleri kararlara dair buradan bir şey söylemek Türkiye demokrasisine müdahale edenlere verdiğimiz itiraza yenik düşmek anlamına gelir.
Hollanda, Almanya gibi Avrupa ülkeleriyle yaşanan gerilimleri nasıl yorumluyorsunuz?
Bir kere Avrupa Birliği, Türkiye açısından siyasi ve ekonomik olarak çok önemli bir ortak. Dolayısıyla bu didişmenin de maliyeti çok yüksek. Bugün birkaç oy uğruna o devletlerle yapılan kavgalar, oradaki milyonlarca vatandaşımızı zor durumda bırakıyor. Çünkü bu kavgalar nihayetinde yükselen aşırı sağ ve milliyetçiliği besleyen unsurlara dönüşüyor. O ırkçılık beslendiği zaman orada ötekileştirilenler bizim vatandaşlarımız oluyor. Dolayısıyla büyük bir sosyal maliyet ortaya çıkıyor.
Tabii Türkiye’de de sağ yükseliyor…
AKP’nin itiraz ettiğimiz siyasetiyle Avrupa’da yükselen aşırı sağ siyasetlerinin birbirinden farkı yok. Birbirlerini besleyip yükseltiyorlar. Bu sosyal maliyeti. Ekonomik maliyeti de şöyle; ihracatımızın yüzde 48’ini, ithalatımızın yüzde 40’ını Avrupa’yla yapıyoruz. Bu ülkede fabrika kuran, istihdam yaratan doğrudan yabancı yatırımın yüzde 80’e yakını AB ülkelerinden geliyor ve siz şimdi bir referandum, birkaç oy uğruna bir mizansenle kavga yapıyorsanız. 80 milyonun fakirleşmesine yol açıyorsunuz.
'İDAMA KARŞIYIZ'
Peki siz muhalefet olarak topluma “bu didişmenin bize maliyeti şudur” diyebiliyor musunuz? Ve bu ikna edici bulunuyor mu?
Sahada gördüğümü söyleyeyim, artık Türk toplumunun mağduriyetler üzerinden siyasete karnı tok, çünkü karnı aç! Eğer bu bir oy beklentisiyle yapılıyorsa bu gerilim, onlara kötü haberim var, bu oya dönüşmüş gözükmüyor.
Türkiye, AB yolundan dönüyor mu?
Karşımıza getirilmiş olan Anayasa değişikliği teklifi içine kapanan, izole olan, bütün gücü tek elde toplayan, sadece toplum içinde değil, küresel anlamda da ötekileştirmeyle siyaset yapmayı görev edinmiş bir anlayışı perçinliyor. Dolayısıyla bu anayasa değişiklik teklifi onaylanırsa, yarın AB ile ilişkileri kesiyorum diyebilir. Bu iktidar kendi siyasi geleceği için bundan bir hafta sonra AB’ye ihtiyacı olduğunu düşünürse bu söylemi değiştirir.
Kılıçdaroğlu, “Hollanda ile ilişkiler askıya alınsın” dedi, “hani idamı getirecektiniz, niye getirmediniz” diye sordu. Siz bu dili niye kullanıyorsunuz?
Bizim siyasi görüşümüz ve pozisyonumuz çok açık. AB ile ilişkilerin devam etmesi gerektiğini, evrensel demokratik değerlerin Türkiye’de yaşatıldığı bir siyasete ihtiyacımız olduğunu hep söylüyoruz. AB olsa da olmasa da idama karşıyız. Bu ilkesel tutumlarda değişiklik yok. Ama eğer siz bir söz söylüyor ve bunu eyleme dökmüyorsanız samimiyetsizsiniz. Eğer idam diyorsanız, bunu getirmeyip sadece konuşuyorsanız demek ki siyasi malzeme olarak kullanıyorsunuz. Bizim ilkelerimizde değişen bir şey yok.
İktidarın ilkesizliğini ifşa etmek için niye onunkine benzer bir dili kullanıyorsunuz?
Ben burada partinin sözcüsü olarak konuşuyorum ve idama karşı olduğumuzu her zaman söyledim. AB ile ilişkilerin zedelenmesinin Türkiye’ye ekonomik maliyetleri olacağını, partimizin bütün sözcüleri çok açıklıkla dile getiriyor. Onun için bu eleştirinin belki medyanın bizi kısıtlı bir şekilde yansıtıyor olmasından doğduğunu düşünüyorum. Bizim esasen söylediğimiz şeyler demek ki yaygın şekilde duyulmamış; bu ilkelerimizde bir değişiklik yok.
İrfan Aktan Kimdir?
Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.
Akşener’in taht oyunları continues 27 Eylül 2021
Korkut Boratav: Ekonomik kriz yok, yoksuldan alıp zengine veriyorlar 25 Eylül 2021
Oğuz Kaan Salıcı: Çözüm sürecindeki önerilerimizin arkasındayız 18 Eylül 2021
Mahmut Aytar: Bizi örgütleyen açlığımızdır 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI