Bir tabağın kırk yıl hatırı
Goyan’a gidiyorduk. Dağlardan, bayırlardan, nehirlerden yürüyorduk. Bir şehre gelince meydanlarını zapt ediyorduk. Kent yoksulları bayraklara bakıyordu. Kardeşlerini seyrediyorlardı.
MST Topraksızlar’la birlikte yürüyordum. 2000 kişi. 270 kilometre yürüyorduk. Kadınlar, çocuklar, kızıl tişörtler, uzun ve keskin bıçaklar-machetalar ve sloganlar vardı. MST diye bağırıyordu bir kişi. ‘Toprak Reformu’ diye cevaplıyordu 2000 kişi. ‘Ne zaman’ diyordu bu sefer, ‘hemen’ diyordu herkes. Brezilya’da bir kişinin Danimarka’dan büyük toprağı vardı. 180 milyon kişi açlık sınırının altında yaşıyordu. Topraksızlar büyük toprak sahiplerinin topraklarını işgal ediyorlardı. Canın cehenneme mülkiyet diyorlardı işte.
Her gün 10-15 kilometre kadar yürüyorduk. Kenarda işgal edilmiş bir yerde geceliyorduk ya da solcu belediyelerin ayarladığı bir spor salonunda. Herkesin yanında getirdiği yatağı vardı. Tabakları, çatalları, kaşıkları ve MST bayrakları. Her sabah yatakları denk yapıp kamyona yüklüyorlardı. Tabakları, çatalları, kaşıkları çantalarına koyuyorlardı. Bayrakları mülkiyete karşı sallamak için ellerine alıyorlardı.
Goyan’a gidiyorduk. Dağlardan, bayırlardan, nehirlerden yürüyorduk. Bir şehre gelince meydanlarını zapt ediyorduk. Kent yoksulları bayraklara bakıyordu. Kardeşlerini seyrediyorlardı. Sloganlar havalarda uçuşuyordu. Zenginler başka sokaklara kaçıyor, polisler tüfeklerine sarılıyordu. –Garip bir şey bu slogan denilen şey. Muz gibi. Herkese istediği tadı veriyor.– Sonra bir yerde kendi pişirdiğimiz kara fasulye ve pilavı yiyorduk. Üstünde genellikle mancuyoka oluyordu. Birisi bana fazla tabağını veriyordu ve kaşık. Yoksa eğer fazla tabak, suyla şöyle bir çalkalayıp benden alıyordu ya da ekmekle silip ben devam ediyordum.
Gece olduğunda da birisi yatak veriyordu. Bir battaniyeyi kendi aralarında paylaşıp diğeriyle benim üstümü örtüyorlardı. Her şeyim vardı yani. Bir küçük kamera, onun daha küçük kasetleri, 3-4 tişört, ayağımda bir pantolon filan ve yoldaşlar. Üç-dört gün sonra hep aynı kişiden almaya başladım bunları. Bir aile yataklarını verip, çocuklarıyla birlikte yatıyordu. İki sevgili muhtemel daha çok sarılabilmek için seve seve veriyorlardı battaniyelerini.
Tabak ve kaşığı ise Luisa’dan alıyordum. 27- 28 yaşlarında siyah bir kadındı. Daha çok kendi başına duruyordu. Hüzünlü bakıyor gibiydi. Yemeği bitirmesini bekliyordum. O tabağı önce bana vermeye çalışıyor, ben almıyordum. Zaten yemekleri filme çekiyordum. Her zaman farklı bir yerde, güzel bir görüntü oluyordu. Bazen aynı yemeği paylaştığımız da oluyordu; kara fasulye ve pilav işte...
13-14. gündü. 120 kilometre filan yürümüştük. Bir yol kenarında yemek yiyorduk. Luisa yemeği bitirmiş bir sürü ilaç içiyordu. Hasta mısın dedim. Evet 8 yıl, 7 aydır dedi. Elindeki son ilacı içti. Üzüldüm. ‘Ne hastalığı’ dedim. ‘HİV virüsü’ dedi. AİDS böyle bulaşmıyordu biliyordum ve zaten 10 gündür aynı tabaktan yiyordum ama bunların hiç biri aklıma bile gelmedi...
Tabağı elinden aldım. Kalanlardan başladım. Yemek yine pilav, kara fasulyeydi ve yarım bir mancuyoka...