Sıva kollarını tatlı kız, prensin kurtarılmayı bekliyor
“Erkeği kurtaran kadın” Belle, tam bir projeci. Rapunzel gibi kuleye hapsedilmiş kurtarılmayı, yüz yıl uyuyan güzel gibi 1.69 yatarak bir öpücükle uyandırılmayı beklemiyor.
Günümüz insanının haddinden fazla dışavurumcu, akıllara zarar ölçülerde kendiyle meşgul bir sosyal medya canlısına dönüştüğü bir sır değil. Bu konu üstüne her gün yazılıyor, çiziliyor, araştırmalar yapılıyor, diziler (Black Mirror) çekiliyor. Ama bu selfieleri durdurmuyor. Ortalama bir turistik gezide yağmurda şemsiye ucuna maruz kaldığınız kadar selfie çubuğuyla çarpışabiliyorsunuz. Kimimiz sevip yapıyor, kimimiz hem yapıp hem dalga geçiyor, kimimiz hem yapıp hem dalga geçip hem yapanları yargılıyor. Sürekli ‘gözlemci’ konumunda internette başkalarının ne yapıp yapmadığını sıkı sıkıya inceleyip kısık gözlü yargılar üretenler de mevcut. Böylelikle her anını fotoğraflayanla dişini sıkıp Instagram’a, Facebook’a ayda bir fotoğraf koyanın bu işe ayırdığı zihin ve internet mesaisi birbirinden pek de farklı olmuyor aslında. Görünen o ki görünürlük virüsü hayatlarımızı çoktan ele geçirdi. Bir akıllı telefonun varsa, ilgili birkaç uygulama da yüklüyse çemberin içindesin sevgili antiselfist, geçmiş olsun. Yine de, her iki uçta da, çok abartmamakta fayda var galiba.
Bu mesele ve mesainin belki en çarpıcı tarafı, birbirimiz hakkında somut bilgimiz artarken başka insanlara ve hayatlara gösterdiğimiz ilginin gerçekte azalması. Pek kimse kimseyi gerçekten merak etmiyor, sohbetler havada asılı bir ‘ben’in sponsorluğunda gerçekleşiyor. Herkes konuyu kendine getirmekte çok sabırsız, başka hayatlara gerçek anlamda dokunmaya dair bir istek neredeyse hiç yok. “Günümüz insanı niye bu kadar konuşkan ama aynı esnada da bu kadar yalnız?” diye sormadan edemiyor insan. Konuşkanın yerine yazışkan ya da çekişkeni de koyabilirsiniz bu cümlede. Bu kadar yalnız sokağa çıkıp birbiriyle buluşsa bir kamyon özlü sözden tasarruf etmez miyiz? Aynı şekilde, herkes aşkı arıyor, kimse aşk için pek parmağını kıpırdatmak istemiyor. Adeta “aşk eski bir yalan, Instagram öncesinden kalan.” Kendine ve kendi imgesine bu kadar düşkün insan, artık aşka düşmeyi pek beceremiyor gibi görünüyor. Yazık ya!
Abartmamak demişken, geçenlerde internette rastladığım bir gazete haberi beni şaşırttı. Selfie estetiği denen bir şeyden bahsediyordu haber. Kuzey Avrupa ülkelerinde iki yıl önce yapılmış bir araştırmaya göre estetik cerrah başvurularının %35’inde başvuranlar fotoğraf ve videolardaki görüntülerinden memnun olmadıklarını yazıyormuş. (Al sana bir Black Mirror bölümü işte!) Yani kendimizi her fırsatta göstermekle kalmıyoruz, dış görünüşümüzü de aynaya değil bu görüntülere bakarak değerlendiriyoruz. Selfiesine daha çok benzemek için bıçak altına yatanların sayısı az değilmiş. Çünkü büzük dudaklar olduğundan daha dolgun, filtrelenmiş göz altları daha az yorgun, yine o X-Pro II menekşesi gözler aralı, bakışlar pek manalı… Ama bu artık cidden abartmak olmuyor mu? Tamam, güldük, eğlendik, kendimizi beğendik, fotoğrafları koyduk da estetik cerraha “beni selfieme benzet” demek? Selfie yerinde ağırdır, çıldırmayalım ya da haddinde çıldıralım.
Geçen yılın en çarpıcı ve karamsar filmlerinden The Neon Demon’da (Nicholas Winding Refn) ifade edildiği haliyle, bu boy göstermeler, bir bakınıp çıkmalar dünyasında “Güzellik en önemli şey değil… Güzellik tek önemli şey.” Öte yandan izlemenin ve ‘görülmenin’ hazzı gibi güzele ve güzelleşmeye duyulan yakıcı arzu da çağımızın bir icadı değil. Şeytanın marifeti, zamanımızda bunu belki daha önce hiç olmadığı kadar standardize etmiş oluşu. ‘Kedicikler’ hava yastığı dudaklarıyla ortalığı sarmadan önce de insanlar biraz birbirine benzemeye başlamıştı. Saçlar, dişler (mühim olan diş güzelliği!), bakışlar, gülüşler ve belli bir spor salonu mesaisiyle, vücutlar da az çok birbirine benziyor. Hal böyleyken kimse tam olarak kendi selfiesine benzemiyor. Adaletin bu mu dünya?
Güzelliğe duyulan bu ilgi hiç azalmazken, Disney’in Güzel ve Çirkin’inin (Beauty and The Beast, Bill Condon) gösterimdeki ikinci haftasında da gişe birinciliğini kimselere kaptırmaması şaşırtıcı değil. İzleyici güzelliği ve masalları seviyor, güzel masallarıysa ısrarla seviyor.
1991 tarihli Disney animasyonunun aslına hayli sadık bir uyarlaması olan film, özellikle kostüm ve müzikler bakımından çok başarılı. Köyden, şatodan çok birer Disney animasyon mekanına benzeyen mekanları, süreyi uzatmak için eklenen yan olay ve karakterleri de genel olarak sevdim ben. İki erkek karakterin dans sahnesiyle eşcinsellik teması içermesi, sarayda siyah ve melez güzellerin oluşu gibi dokunuşlarını da evet biraz ‘kör gözüm siyaseten doğrusuna’ ama hoş buldum. Film gösterime girdiği hafta eşcinsellik sahnesi nedeniyle Kuveyt’te yasaklandı, Disney sansür isteğini reddedince Malezya’da gösterimden kaldırıldı. Rusya’da meclis üyesi Milanov filmi, “sapkın, küstah ve günah propagandası yapan bir film” olarak yorumladı. Böylece muhafazakar hışma uğramış masallar departmanına önlerden kaydoldu.
40’lardan günümüze dek defalarca sinema ve televizyona uyarlanan masalın konusuna mutlaka aşinasınızdır. Soylu olduğu kadar da küstah ve yakışıklı prens, kibrinden ötürü lanetlenerek bir canavara dönüşür. Onu bu haliyle gerçekten sevebilecek bir kadına rastlarsa lanet kalkacaktır. Günlerden bir gün ismiyle müsemma Belle, canavarın hapsettiği babasını kurtarmak için şatoya gelir. Bu iyi kalpli güzel, tam bir kitap kurdu oluşuyla benzeri ‘masal piremsesleri’nden ayrılır. Esaret ve nefret yavaş yavaş aşka dönüşür, iyilik ve güzellikle yola gelen canavar da sonunda yeniden güzelleşir.
Peki bu masalı gelmiş geçmiş en popüler hikayelerden biri haline getiren ne? Evet, güzellik ve çirkinlik gibi vazgeçilmez ikiliklerden biri üzerine kurulu oluşu cazip kılıyor hikayeyi. Ama bu son uyarlamayı izlerken önemli bir noktanın da Belle’in günümüz kadınına dair bir fanteziye pek çok masal karakterinden daha fazla hitap etmesi olduğunu düşündüm. “Erkeği kurtaran kadın” Belle, tam bir projeci. Rapunzel gibi kuleye hapsedilmiş kurtarılmayı, yüz yıl uyuyan güzel gibi 1.69 yatarak bir öpücükle uyandırılmayı beklemiyor. Onu beyaz atınızın terkisine atıp götüremezsiniz, aslında siz ona muhtaçsınız prensim. Belle yaralı bir Alfa erkeğini ‘iyileştirerek’ büyük ödülün sahibi oluyor. Fifty Shades of Grey’den romantik komedilere ve günümüzün yalılı, konaklı dizilerine dek en popüler formülü kullanıyor yani: Yeterince iyi, mücadeleci ve sabırlı bir kız olursanız, “size de çıkabilir”. O güne dek bir kısım kurbağayı öpmeyi ihmal etmeyin ve selfielerinize elinizden geldiğince, benzeyin. Hayırlı masallar, güzel baharlar.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI