YAZARLAR

Biz nereden ihraç edildik? II - AKP dönemi ve üniversiteler

İhraç edildiğimiz üniversite bir yanını güvencesizliğin, diğer yanını ise siyasi iktidara bağımlı üniversite yönetimlerinin oluşturduğu bir yapıdır. Ülkenin içinde olduğu savaş koşullarında, üniversiteden yükselen barış talebi suça dönüşmüştür.

2002 genel seçimlerinde iktidara gelen AKP ile birlikte Türkiye'de tüm toplumsal ve politik atmosfer büyük bir değişimin konusu haline gelirken, üniversitelerin de bundan etkilenmemesi olanaksızdı. Öncelikle yüksek öğretim nicel olarak genişledi. AKP döneminde hem özel üniversitelerin, hem kamu üniversitelerinin sayısında büyük artış oldu. Ancak aynı artışı nitel olarak iddia edebilmek olanaklı değildi. AKP döneminde neo-liberal dönüşümün hızla devletin ve toplumun otoriter yeniden yapılanmasına eklemlendiğini, AKP hükümetinin muhafazakar projesini devlet ve toplum düzeylerinde konsolide ettiğini belirtmek gerekiyor. Aynı proje, neo-liberal ve muhafazakar bir yeniden yapılanma olarak üniversitelere de yansıdı. Bir yandan hızla küresel ve yerel kapitalist ihtiyaçlara uyarlanan üniversiteler, kamusal fonların kesilmesiyle özelleştirme ve ticarileşme sürecinin hızlanması, aynı zamanda da üniversitenin muhafazakar sembollerle tamamlanması çabası olarak yorumlanabilir. Son birkaç yılda TÜBA ve TÜBİTAK'ın özerk kurumlar olmaktan çıkması bu sürecin sonuçları olarak ele alınabilir. Ancak asıl olarak öğrencilere ve bireysel olarak akademisyenlere yönelen soruşturma, gözaltı ve hatta tutuklamalar ele alınmalıdır. Bu arada da AKP Hükümeti 1980 sonrasında kurulan YÖK'ü, YÖK'ün kaldırılacağına dair bütün vaatlerine rağmen işe koşmuştur.

Üniversitenin ticarileştirilmesi ve AKP hükümetinin YÖK eliyle merkezi düzeydeki kontrolü aynı zamanda üniversite içerisindeki yetersiz demokratik yapılanmaları da ortadan kaldırmaya yöneldi. Kısıtlı temsil mekanizmalarının AKP iktidarı eliyle önce siyasi kadrolaşmanın hedefi haline getirilmesi, aynı zamanda da bu kadrolar aracılığı ile katılım mekanizmalarının ele geçirilmesi ve bu kadroların demokratik işleyişi gerektiğinde yasal çerçeveyi uygulayarak, gerektiğinde de bu yasal çerçeveyi ihlal ederek yapılandırması, üniversitenin şirketleşmesi süreci ile birleştiğinde, üniversite içerisindeki demokratik temsil süreçleri, daha üst düzeydeki kişilere “dalkavukluk” haline gelmiş ve çoğunlukla rektör şahsında merkezileşmiştir. Son derece köklü olması gereken akademiye hesap verme sorumluluğu anlayışı, dar anlamda yönetici ve idarecilere hesap verme sorumluluğu anlayışı ile yer değiştirmiştir. Bu silsile içerisinde üniversite yönetimi, hükümete bağımlı hale gelirken, akademinin temelini oluşturan eleştirellik ise hedef göstermelerin, itibarsızlaştırmaların, cadı-avı denilebilecek pratiklerin hedefi haline gelmiştir.

İşte ihraç edildiğimiz üniversite bir yanını güvencesizliğin, diğer yanını ise siyasi iktidara bağımlı üniversite yönetimlerinin oluşturduğu bir yapıdır. Ülkenin içinde olduğu savaş koşullarında, üniversiteden yükselen barış talebi suça dönüşmüştür. Elbette ki bu toplumun geleceği için eleştirel bilgi üretmenin suça dönüşmesi anlamına gelmektedir. Türkiye'deki üniversite sistemine, üniversitenin temelini oluşturan ifade özgürlüğü ve akademik özgürlüklere yönelen bu öncekileri aşan saldırı, en başta bahsettiğimiz üniversite içi direniş odaklarını bütünüyle tasfiye etme amacını gütmektedir.

BİR ÖZELEŞTİRİ

Bu noktada belki de bir özeleştirinin yeri gelmiştir. Üniversite içerisinde sözünü ettiğim direniş odaklarının örgütlenme deneyimleri hep olagelmiştir. Burada bu örgütlenme çabalarını bütünlüklü olarak ele almam bilgi ve deneyimlerim itibariyle olanaksız. Ancak bunlardan kişisel olarak üniversiteye başlar başlamaz yönetim mekanizmalarında yer aldığım ve üzerine çokça düşünme fırsatı bulduğum Öğretim Elemanları Sendikası (ÖES) üzerine bir şeyler söylemem mümkün. ÖES 1994 yılının başında kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme süreci içerisinde, öğretim elemanlarının özlük haklarını savunmak, "akademik özgürlük", "özerk üniversite" ve "demokratik yönetim" ilkelerini hayat ageçirmek üzere kurulmuş bir sendikaydı. Kamu çalışanlarına sendikalaşma hakkı veren yasa ile birlikte 2001 yılında kendisini feshederek Eğitim-Sen'e katılana dek yedi yıl devam etti.

ÖES, bir işyeri olarak üniversite içindeki mücadelesini, kendi kesimsel sorunları ve mesleğe dair taleplerini, toplumsal politik taleplerle görünür bir biçimde ilişkili ve ayrılamaz gördüğünü bu yedi yıl boyunca pratiğiyle ortaya koymuş bir örgüttü. İşyerine ya da akademik alandaki üretim sürecine dair taleplerin "Özgürlük" kavramı çerçevesinde politik taleplerle bütünleştirilmesi gerektiği; hemen her konuda ve gerekli olduğu koşullarda öğrencileri ile eylem birliği içinde olması gerektiği; ancak bunun da eşit bir birliktelik olarak kurulması gerektiği ÖES'in ilgili organlarında karara dönüştürülmüştü. ÖES'in tüzüğünde belirtilen amaçları da onu bir meslek örgütü olma yanında, insan hakları mücadelesi tarafından içerilen eğitim hakkı, akademik özgürlük ve bilimsel özerklik mücadelesi veren bir örgüte dönüştürüyordu.

Türkiye üniversitelerinin özellikle 1990'larda içinde bulunduğu çoklu kuşatma hali, öğretim elemanlarının örgütü olan ÖES'i, YÖK’ün “tektipleştirici” vesayetçiliğine olduğu kadar, üniversiteleri tümüyle liberalizmin taleplerine endeksleyecek, bilimi piyasa ekonomisinin bir “girdi”sine indirgeyecek, toplumsal adalet duygularını daha da zedeleyip, ekonomik sosyal eşitsizlikleri derinleştirecek bu yönelişe de karşı olmaya ve gerek devlet gerekse sermaye müdahalelerinden bağımsız, bilimsel ve idari özerkliğe sahip, katılımcı, öğrencilerini “müşteri ya da potansiyel suçlular” olarak görmeyen, öğretim elemanlarına insanlık ve akademik onura yaraşır, özgür bilim, eğitim ve araştırma koşulları sağlayan bir üniversiteden yana olmaya zorlamakta ve doğal olarak bir insan hakları örgütü olarak çalışmasını beraberinde getirmekteydi. Ancak ÖES sadece 14 üniversitede yaklaşık 3000 üyeye sahipti. Bu rakam o zamanlar üniversitelerde görev yapan öğretim elemanlarının toplam 55000 olan sayısı ile karşılaştırıldığın da örgütlenmenin oranı %5.45 olarak belirmekteydi. Örgütlenmenin o günkü durumunun üniversitenin ve tüm bir toplumun özellikle 1980'den itibaren yaşadığı tahribat ile ilgisi olduğunu söylemek gerekir. Diğer yandan da üye sayısı itibariyle övünülecek bir durumda olmasa da, ÖES üyesi olmanın gurur verici olduğunu sanırım o dönemi yaşamış herkes onaylar. Nitekim 2001 yılında kendisini feshetmesinden sonra ardında bıraktığı boşluk da daha sonra ÖES üyelerinin bir kısmının örgütlendiği Eğitim-Sen tarafından doldurulamadı.

Ben bu boşluğun doldurulamaması durumunun, Eğitim-Sen özelinde bir örgütsel zaafiyet olmaktan ziyade içlerinde yer aldığım öğretim elemanlarının -ÖES dolayımı ile ifade ettikleri üniversite mücadelesine dair görüşlerinden hiç vazgeçmeseler de- pratikte içinde bulundukları üniversiteleri kendilerine bırakılmış ve içinde sınırlı bir özgürlük duygusunu yaşayabildikleri birer “ada” olarak kabullenmiş olmaları ve ürettikleri bilgiyi toplumsallaştırmak, akademik üretimdeki özgürlük taleplerini toplumsal-politik taleplerle bütünleştirmek, akademik sürecin bir bileşeni olan öğrenciler ile eşit bir birliktelik içinde olmak gibi amaçlarını örgütlü bir biçimde gerçekleştirme iradesini göstermemiş olmaları nedeniyle yaşandığını iddia etmek istiyorum.

İhraç edildikten sonra sözcük dağarcığımıza giren “iltisak” üzerine düşünürken, kişisel olarak içinde yer aldığım eylem, etkinlik ve örgütlülükleri alt alta koyup, aslında pek az “iltisak” içinde olduğumu keşfettiğimde yaşadığım duygu bu nedenle bir pişmanlık duygusu. Bu yüzden de kendi adıma “filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” diyen 11. tezi kendime şiar edinmiş olsam da, bugün hem toplumun, hem üniversitenin, hem de kişisel olarak kendimin içinde olduğu durumu bunun gereğini yerine getirme noktasındaki eksikliklerime bağlamadan edemiyorum.

Sonuç yerine birkaç cümle yazmak gerekirse, bunun henüz tamamlanmamış bir süreç olduğu, bizi “sivil ölü” haline getirmek isteyenlere inat hala yaşadığımızı ve umutlu olduğumuzu söylemek isterim. Üniversite, ürettiği bilginin doğası gereği hala direnmenin olasılıklarını içerisinde barındırıyor Ayrıca bugün kurumsal akademinin dışına atılmış akademisyenler de bu direnişi sürdürme kararlılığında görünüyorlar. Ve hem içeriden, hem dışarıdan sürdürülecek bir akademik direniş mutlaka yeni bir üniversiteyi inşa edecek, aynı zamanda da halkların birlikte ve barış içerisinde yaşadığı, demokratik bir ülkenin yaratılmasına katkı verecektir.


Funda Başaran Kimdir?

1990 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Bilgisayar Mühendisliği bölümünü bitirdi. 1995 yılının Eylül ayında Yüksek Lisans öğrencisi olarak başladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde 1996 yılının Ocak ayında araştırma görevlisi oldu. 7 Şubat 2017 tarihinde 686 nolu KHK ile ihraç edilene dek, 21 yıl boyunca aynı fakültede sırasıyla araştırma görevlisi, yardımcı doçent, doçent ve profesör ünvanlarıyla çalıştı. Akademik çalışmaları yanında TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Ankara Şubesi'nde Yönetim Kurulu üyeliği, yine TMMOB’ye bağlı Bilgisayar Mühendisleri Odası’nın kurucu yönetim kurulu başkanlığı yaptı. Hala TMMOB Bilgisayar Mühendisleri Odası’nın Onur Kurulu üyesidir. Ayrıca Alternatif Medya Derneği ve Halkevleri Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerini yürütmektedir. İşçi Filmleri Festivali’nin başlangıcından bu yana değişik süreçlerinde gönüllü olarak yer almıştır.