YAZARLAR

Şu milli irade meselesi

4 Nisan tarihli gazetelerde “Adana’da Camiden Erdoğan’ın mitingi için anons yapılacak” başlıklı haberleri okuduğumda ‘milli irade’ kavramının AKP için nasıl değerlendirildiğini yeniden idrak ettim.

Modern siyaset içinde Rousseacu genel irade kavramı kadar çok bozulmuş ve çarpıtılmış başka bir kavram bulmak zordur. Anayasa hukukçuları dahi Rousseau’nun kavramını çoğunlukçu demokrasi uygulamalarının fikri kaynağı olarak görebilmişlerdir. Türkiye sağının hayran olduğu çoğunlukçu demokrasi, seçmenlerin yüzde ellisinin üzerinde oy alan siyasal iktidarın önünde hiçbir baraj olmadan istediğini yapabileceği inancıdır. Türkiye’de buna örnek bulmaktan kolay bir şey yok. Paradisini örnekleyeyim - Bir meselenin parodisi bazen meseleyi ortaya koymanın en iyi yoludur.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek’in halka sorma seansları… Sayın Başkan bir ‘şey’ yapmak istiyor. Yapacağı inşaat kentin dokusunu bozuyor, Danıştay karar vermiş, fakat Başkan Ankara halkına soruyor yapılacak düzenlemeyi. Ankara’da yaşasa da yapılacak olan ‘şey’den hiç etkilenmeyecek insanlara, kurduğu kabinlerde oy kullandırıyor. Sonra da elbette, söylenecek olan belli Ankara halkının iradesi tecelli etmiştir!

4 Nisan tarihli gazetelerde “Adana’da Camiden Erdoğan’ın mitingi için anons yapılacak” başlıklı haberleri okuduğumda ‘milli irade’ kavramının AKP için nasıl değerlendirildiğini yeniden idrak ettim. 15 Temmuz’da, evimizin hemen üzerinden savaş uçakları süzülürken bir yandan Kocatepe Camiinden okunan salaların yarattığı etkiye benzer bir etki idi bu. Milli iradeyi camiden çağırmak. Ancak Türkiye sağının ‘fikir hayatına’ yaraşır bir paradoks bu. Egemenliğin Tanrı’nın elinden kurtarılıp, yaşayan insanlara verilmesini, insanların kendi hayatları üzerine karar verebilmelerini vaat eden burjuva devriminin en güçlü yönü laikliğin şiarıdır milli egemenlik. O yüzden şeriatçılar tutarlı davranarak “Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır demek için Evet” sloganıyla propaganda yapıyorlar referandum sürecinde. Tabii imzasız bir pankartla.

Uzun uzun Rousseau anlatacak değilim elbet. Şu kadarını bilmek yeter; Rousseau’nun yanılmaz, vazgeçilmez, devredilmez dediği genel irade çoğunluğun iradesi değildir. Partileşmiş, tarikatlaşmış, grup çıkarlarının yok edilmediği bir yerde genel irade ortaya çıkmaz ve en önemlisi genel irade temsil edilebilir değildir. Rousseau doğrudan demokrasiden yanadır. Bunu ise modern toplumlarda var olan emredici vekâlet ilkesiyle ete kemiğe büründürür. Halk seçtiği temsilciye ancak onu seçme amacıyla paralel yetkiler verir ve kendi amacının dışına çıkarsa bu mantığın genel sonucu olarak onu geri çağırabilir.

Evet Rousseau anlatmayacağım fakat milli egemenliğe ilişkin kendi tarihimizden çıkaracaklarımız var. Hiç inanmazsınız ama Rousseaucu fikirlerin yüz yıl öncesinde doğru anlaşıldığı bir parlamentomuz da var. Kavram düşünce hayatımıza öncesinde girmiş olsa da parlamento tutanaklarında 1908 devriminden sonra geçiyor. Böyle olması da makul, çünkü Allah’ın gölgesi sultanın mutlak yetkileri elinden alınmış devrimle birlikte. Ardından büyük bir kırılma yaşanıyor. 1920’de toplanan ve AKP’nin neredeyse bir İslam Meclisi olarak sunduğu “Yeni Türkiya”nın parlamentosu, hakimiyeti kayıtsız şartsız millete veriyor. Bununla da kalmıyor, Rousseacu ilkeyi de buna ekliyor: “İdare usulü halkın bizzat kendi kaderini belirlemesine dayanır” diyor. Bu ilkenin ne anlama geldiğini açıklayacağım ama önce laiklik meselesini kapatmak gerek. 1920 kurucu meclisinin, o günün deyişiyle meclis-i müessisan üyelerinden hoca kökenli bir üyesinin sözleri yeter bu konuyu kapatmak için: “Fikrime geçmek üzere mademki kanunun birinci maddesinde “Hâkimiyeti milliye bilâkaydüşart milletindir” deniliyor. Bu öyle bir tâbir ki zannederim dünyada medeni namını taşıyan hiçbir millet böyle bir maddei sariha (açık madde)vazetmemiştir. Hiçbir milletin, hiçbir devletin kanununda böyle bilâkaydüşart umumî bir salâhiyet (yetki) yoktur. Bu o kadar vazıhtır ki; bu o kadar umumidir ki: bilâkaydüşart, başka hiç bir şey kabul etmiyor. Ancak Allaha ait olan, Allaha mahsus olan bir hareketi üzerine almış. Millet Meclisi yeryüzünde tatbik noktai nazarından adaleti vediatullah olmak üzere üzerine almış oluyor...” Bu ifadeler daha 1920’de laiklik ve “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi arasındaki bağın en açık formülasyonudur.

İkinci ilkeye geçelim. 1920 kurucu meclisinin yaptığı 1921 Anayasası dışında anayasa tarihimizde görmezden gelinmiş Rousseacu self determinasyon ilkesine. Bu ilke, halkın bizzat kendi kaderini belirlemesini şart koşar ve onun en doğru yorumunu yapan kurucu meclis üyesi Mesut Bey, halk inisiyatifi ve halk vetosu gibi doğrudan demokrasi yöntemlerinin anayasaya girmesi için defalarca önerge vermiş, ilkenin ancak bu normlarla ete kemiğe bürüneceğini söylemişse de önergeleri temenni olarak görülmüştür. Fakat Anayasa yine de bu ilkeye dayanan self determinasyon hakkını yerel özerklikler aracılığıyla tesis etme yoluna gitmiştir. Yani özerk olarak yapılandırılmış vilayet aracılığıyla vilayet halkı kendi seçtikleri şuralar aracılığıyla kendi kendilerini yönetecektir.

Fakat anayasa tarihimizin istisnası olarak kalan bu ilke sonrasında her gündeme geldiğinde üzerinden geçilmiş, anayasa hukuku literatürümüz bile söz konusu ilkenin varlığını açıkça görmezden gelmiştir. Mustafa Kemal’in bu anayasanın self determinasyon yönünü anlattığı pasaj bile sansürlenmiştir. Fakat bu başka ve uzun bir konu.

Bütün bunları yazmama sebep olan malum, referandum sürecinde dillerden düşmeyen millet ve milli irade söylemi. Siyaset bilimcilerin çok yabancı olmadığı bir meseledir. Çıkarları, arzuları aynı olan bir halk yok tur yeryüzünde. Halk sınıfsal, etnik, cinsel olarak çatışmalı bir birlikteliktedir. Bu nedenle halkın egemenliğinden söz etmek aslında bu çatışmaların ezilen taraflarının mücadelesinin parlama anlarından söz etmek demektir. Örneğin aristokrasiye karşı mücadele eden burjuvazinin ideoloğu Sièyes aristokratları halkın bir parçası saymamış, “Üçüncü Sınıf Nedir?” başlıklı kitabında onun her şey olduğunu söylemiştir; çünkü toplumun varlığını sürdürmesi için her şeyi o yapmaktadır; ilk ikisi yani aristokratlar ve rahipler ise halkın üzerine binmiş asalaklardır. Yani “halk” eşittir “hiçbir hakka sahip olmayanlar”. İlk büyük proleter devriminin şiarı da budur. Bu sefer burjuvalar, 1918 Sovyet anayasasında halka dahil olmadıkları gerekçesiyle oy hakkından mahrum bırakılmıştır. Çünkü onlar tanınmayan haklarından mahrum bırakılmış halkın üzerine binmiş asalaklardır. Evet halk egemenliği dediğimiz şeyin varlığa geldiği yer, aslında yasal ve siyasal olarak tanınmayanların kendilerini varlığa getirdiği olağanüstü anayasal-siyasal eşitlenme anlardır.

Peki bu “kutsal” milli irade ne oluyor? Millet, halktan farklı olarak, yaşayan insanların çatışmalı birlikteliğinin yerine; çatışmasız, dünü, bugünü ve geleceği kuşatan bir birlik fikrine dayanır. Bu fikir ise aslında çatışmalı olan, çıkarları ve arzuları taban tabana zıt kesimlerin oluşturduğu bir toplulukta hem de sadece seçmenlerin yüzde elli birinin oyunu alanın, varsayılan geçmiş ve gelecek adına, geri kalanı ezebileceği çoğunlukçuluk anlayışına zemin hazırlar. Tabii yukarıda örneklediğim, din gibi olguları manipüle ederek.

Gelişmiş burjuva demokrasileri bu konuda güçlü önlemler almışlardır. Bu önlemler azınlıkları korumaya dönüktür. Örneğin temel hak ve özgürlüklere ilişkin kararların referandumlarla alınmaması evrensel bir ilke düzeyindedir. Tarihsel deneyimi nedeniyle çoğunlukçuğa karşı en güçlü önlemleri alan Federal Alman Cumhuriyeti’nin hukuk düzeninde referanduma hiç yer verilmemiştir. Buna karşılık İsviçre ve Avusturya’da halk inisiyatifi adı verilen doğrudan demokrasi yönünde uygulamalar yer bulabilmiştir. Batı Avrupa ülkelerinin yarısında referandum usulü demokratik ilkelere uygun olarak yer bulmaktadır.

16 Nisan’da millet olarak değil, Anayasaca türev kurucu iktidar organlarından biri olarak görevlendirilmiş, seçime katılan seçmenler olarak karar vereceğiz. Hem de devlet televizyonunun iktidarın oyuncağı haline geldiği, hayır propagandasının terör ile eşdeğer görüldüğü, “Allah’ın ‘evet’in yanında olduğunun iddia edildiği bir propaganda düzeninin içinde, anayasa değişikliğine ilişkin hiçbir fikir tartışılmadan. Bütün bunlara rağmen Türkiye’de çıkarları uzlaşmayan seçmenlerin bir konuda uzlaşı içinde olduğunu görmek memnuniyet verici: Farklı arzularımızı ifade edebilmemizin ve çatışmalarımızı demokratik araçlarla sürdürebilmemizin yolu bir anayasaya sahip olmaktır ve mevcut kanun onaylanırsa bize bunun güvencesini veren bir anayasamız olmayacak.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.