İstanbul Film Festivali notları: Örneği olmayan bir sinema deneyimi
Polonyalı usta yönetmen Andrzej Zulawski’nin büyük bir kısmını çektikten sonra yasaklanan, on yılda ‘özel’ bir yöntemle tamamlayabildiği ‘Gümüş Küre’, festivalin en özel filmi.
Hazır film festivali kapımıza kadar gelmişken, bu hafta vizyona kısa bir ara verelim ve İstanbul Film Festivali filmlerine dair kısa kısa notlar paylaşmaya devam edelim. Şimdiden söylemekte bir sakınca yok. Bu yılın en büyük deneyimi geçen yıl hayatını kaybeden Polonyalı usta yönetmen Andrzej Zulawski’nin yasaklanan ve yıllar boyu tamamlanamayan filmi “Gümüş Küre”yi seyretmek oldu.
1977 yılında çekimlerine başlanan, ancak yüzde 80’i tamamlandıktan sonra yasaklanan ve kostümlerine, set ekipmanlarına el konulan film yönetmen tarafından yurt dışına kaçırılan bobinler sayesinde yönetmeni tarafından 1988 yılında tamamlanabildi.
Dünyayı terk edip yeni bir medeniyet kurmak için başka bir gezegene giden bir grup astronotun hikayesini anlatan film birçok açıdan unutulmaz deneyimler sunuyor. Öncelikle filmin tamamlanamayan bölümlerinin senaryosunun, daha sonra çekilen ve filmden bağımsız görüntüler akarken yönetmen tarafından okunduğunu belirtelim. Yani filmi izlerken bir noktada filmden bağımsız görüntüler akmaya başlıyor ve yönetmen bu görüntüler üzerine orada olması gereken ancak çekemediği sahnenin senaryosunu okuyor. Sonra film kaldığı yerden devam ediyor. Bitirilememiş bir filmi böyle tamamlama çabasının övgüye değer olması bir yana farklı bir seyir deneyimi olduğunu eklemeden geçmeyelim.
Ama asıl Zulawski’nin kurduğu evrenin şaşırtıcılığı ve yarattığı heyecana dikkat çekmek gerekiyor. Müthiş bir sahne tasarımı, akıl almaz kostümler ve Andrzej Jaroszewicz’ın hayranlık uyandırıcı görüntü yönetimiyle film adeta görsel bir şölene dönüşüyor.
Zulawski, yeni bir gezegende yeni bir hayat kurmak isteyen astronotların bir tür Adem/Havva âleminde başlayıp insanoğlunun geçtiği bütün merhaleleri atlatarak aslında aynı yere gelişini anlatırken; paganizmden Hristiyanlığa uzanan bir dinsel arka plan da sunuyor seyirciye. Hem insan soyunun önemli tarihsel duraklarını hem de insan ruhunun türlü türlü kapılarını aralayan bol metinli bir film “Gümüş Küre”. Ancak laf kalabalığı gibi gelmiyor bu seyirciye ve 166 dakika boyunca gözünüzü alamıyorsunuz perdeden. Filmi sevip sevmemenizin, sıkılıp sıkılmamanızın da burada bir önemi kalmıyor. “Gümüş Küre” hem unutulmuş bir ‘başyapıt’ olarak parıldıyor hem de emsalsiz bir sinema deneyimi sunuyor.
ASSAYAS- STEWART İŞBİRLİĞİ SÜRÜYOR
Usta Fransız yönetmen Olivier Assayas ve ‘Alacakaranlık’ serisinden sonra kendisini ‘sanat sinemasına’ adayan Kristen Stewart arasındaki işbirliği devam ediyor. Yönetmenin üç yıl önceki filmi “Ve Perde”de Juliette Binoche’un canlandırdığı Maria Enders adlı oyuncunun asistanlığı rolüyle karşımıza çıkan Stewart, “Hayalet Hikayesi”nde de ünlü bir modelin alışveriş asistanlığını yapıyor.
İçine kapanık bir kadın olan Maureen ikiz kardeşini bir süre önce kaybetmiştir ve bir biçimde yeniden iletişime geçeceklerini düşünmektedir. Bir gün cep telefonuna bilinmeyen numaradan mesajlar gelmeye başlayınca gerçek ile metafiziğin birbirine karıştığı hikayenin içinde bulur kendisini. “Hayalet Hikayesi”, hayalet hikayeleri türünün korku ögelerine yakın durup ustaca kullanırken mevzuya soğukkanlı yaklaşmayı tercih ediyor. Bir yandan türlü türlü boyutların aynı anın ve mekânın içinde bulunabileceğine dair cümleler kurarken, diğer yandan bunu seyirciyi manipüle etmek için kullanmıyor. Daha çok ‘bağ kurmak’ ile açıklamaya çalışıyor. Üstadın en iyilerinden birisi olmasa da görülmesi gereken filmlerden birisi olarak kayıtlara geçiyor böylece film.
BERLİN’DEN İSTANBUL’A
İki ay önce Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı kazanan “Beden ve Ruh” festivalin dikkat çeken yapımlarından birisi olarak öne çıkıyor. Bir mezbahada çalışan asosyal Maria ile bir kolu engelli olan Endre arasındaki ilişkiyi anlatıyor gibi görünse de; hem geçtiği mekânın düşündürdükleri hem de kimi zaman gerçeküstüne kayan yanlarıyla dallanıp budaklanan bir film “Beden ve Ruh”. ‘Normal’ insanlar arasında var olmaya çalışan ikilinin aynı rüyayı gördüklerini fark etmeleriyle başlayan yakınlık bir tür değişimin de kapısını aralıyor. Maria’nın asosyalliği çevresinin ona karşı mesafeli olması gibi bir sorun yaratırken, Endre biraz da pozisyonunun verdiği güçle ‘engelini’ başkalarına yansıtarak aşıyor gibi görünüyor bu sorunu. Mezbaha gibi beden üzerine yoğun şiddetin uygulandığı bir yeri kendisine mekân olarak seçmesiyle anlattığı iki karakterin ruh dünyaları arasındaki tezat da filmin ana fikrini oluşturuyor bir bakıma. Ildikó Enyedi’den 18 yıl sonra etkileyici bir geri dönüş!