Kafamızı kaldırabildik mi?
Hep iyi niyetli olup başkalarının abuk subuk davranışlarına maruz kalma şeklindeki mağduriyet ısrarımızdan vazgeçelim. Önce içimizdeki düşük hafızalı, bencil ve fevri ergene bir dur diyelim, gerisi gelir.
Hayat bütün huşunetiyle sürerken şehre festival geldi, gündelik gerçekliğin ayazı birkaç derece kırıldı. Gündem zehirlenmesinden hık diye gitmek üzere olan sinemasever ruhlar salonların karanlığında bir nebze huzur buldu. Ne daracık daracık koltuklar kaçırıyor bu huzuru, ne de filmin en büyülü yerinde fara kapılmış tavşan gibi kalakalmaya neden olan cep telefonu ışıkları.
Bu yıl 36'ncısı gerçekleşen İstanbul Film Festivali’nin sloganı “kaldır kafanı” olduğu halde festival izleyicisi ‘dahi’, kafasını pek telefonundan kaldıramıyor. Çoğu seansta yakınınızdaki birini retina tacizcisi tele-ışıklar nedeniyle kibarca uyarmak zorunda kalıyorsunuz. Kafayı çantaya sokmak suretiyle ekranla çayda çıra oynamak da iyi bir yöntem değil. Ben bunu bir seansta biraz mecburiyetten yaptım, akabinde yan koltuk aynısını yapınca deve kuşu taklidinin ışığı hiç kesmediğini fark ederek çok utandım. Bu telefonların ışıkları uzaydan bile görülebiliyor, nasıl açarsak açalım Zeki Müren de bizi görebiliyor. Kökünden kapatalım bir süre! Ulaşılamayınca daha kıymetli olunur hem. Zaten siz hâlâ telefonlarınıza bakıyor musunuz, ahahah, ay ne demode şey. İnsan hayatta ne kaybederse iyi niyetinden ve gelen aramalara, mesajlara falan insan yahut sazan gibi hemen cevap vermesinden kaybeder. (Bu konuyu şimdilik noktalayalım, sonra Kırık Kalplere Tüyolar sütununda irdeleriz.)
Bu yılki festivalin en hoş yanlarından biri, Sir Ian McKellen’ın onur konuğu olarak festivale katılması. Dünya izleyicisinin Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gandalf ve X-Men’deki Magneto rolleriyle tanıdığı, Shakespeare yorumlarıyla tiyatro dünyasının en saygın aktörlerinden, Altın Küre’si, Tony’si, BAFTA, Oscar, Emmy adaylıkları ve altı adet Laurence Olivier tiyatro ödülü olan dünyaca ünlü bir oyuncu McKellen. Aynı zamanda eşcinselliğini duyurduğu 1988’den bu yana LGBTİ hareketinin aktif savunucularından. Kimliğinin ve ziyaretinin bu yönüne dair detayları içeren güzel bir söyleşiye bu linkten ulaşabilirsiniz: (http://kaosgl.org/sayfa.php?id=23497)
İşte bu şahane kişi birkaç gündür şehrimizde. Türk kahvesi içerken poz veriyor, enginar dolmasına bayılıyor, fotoğraf çektirmek isteyen hayranlarını kırmıyor, söyleşilere ve festival programındaki Richard III gösterimlerine katılıyor, röportajlar veriyor. Sadece belli bir yükseklikte hayat bulabilen sahici bir tevazu türüne mensup. Festival açılışında o muzip, enerjik haliyle girdiği anda salonu aydınlattı ve “size önce biraz kendimi tanıtayım” dedi. Harika, değil mi ya? İnsanın “gözünün yağını yirim, seni tanımayan ölsün sör” diye kalkıp kaşkolunu öpesi geliyor. 78 yaşında olduğunu, İngiltere’de doğduğunu, kendini Britanyalı olarak tanımladığını, Avrupalı ve açık bir eşcinsel kimliğe sahip biri olarak kesinlikle enternasyonalist olduğunu söyledi. İşte dananın kuyruğu da burada koptu. Tercüman buradaki “as an openly gay man, I’m certainly an internationalist” ifadesindeki önemli bir unsuru atlayıp diğerini de hafiften depolitize ederek çevirdi: “Aslında uluslararası bir kimliğe sahibim” şeklinde. Salon bir dalgalandı. Devamındaki “cinema makes us all internationalists” (sinema hepimizi enternasyonalist yapar) sözünü “doğru” çevirse de “durumu kurtaramadı.”
Oradaydım ve açıkçası her şey o kadar hızlı olup bitti ki o an dikkatimi sadece enternasyonalist sözcüğünün çevirisi çekti, esas can alıcı noktaya uyanmak birkaç saniyemi aldı. Ki bunun “algıda duyuculuk” gibi bir durumdan kaynaklanmadığını hemen belirteyim. Sadece festivalin homofobik olabileceğine dair bir izlenimim yoktu ve çeviride yutulan kısımdansa ilginç bir çeviri tercihine konu olan kısım dikkatimi çekti daha çok. (Ki bunun da kasti olduğuna dair yeterli veri yok elde.) Sosyal medyadaki tepkiler, ertesi gün çıkan haberlerde ise durum pek sorgulamaksızın “festivalde sansür” biçiminde lanse edildi.
Sonrasında, festival direktörü Kerem Ayan’ın Atlas’taki Richard III gösterimine katılan Ian McKellen’ı takdimi benim açımdan taşları yerine oturttu. Ayan konuşmasında zarifçe olaya dair sitemini belirtti. “Sanki bizi hiç bilmiyorsunuz gibi tepkiler geldi” gibi bir cümle kullandı. Ortamın kalabalık ve gürültülü olduğunu ve “as an openly gay” ifadesini, basitçe, duymadıklarını söyledi. McKellen’ı anons ederken LGBTİ hakları savunucusu olduğunu özellikle belirttiğini, programında son birkaç yıldır “Nerdesin Aşkım” adı altında LGBTİ filmlerine yer veren başlı başına bir bölüm olan bir festivalin böyle bir sansüre gideceğinin düşünülmesinin saçma olduğunu vurguladı. Sonra izleyicinin katıldığı bir “nerdesin aşkım/burdayım aşkım” anonsuyla Sir, alkışlarla sahneye alındı, coşkulu anlar yaşandı.
Bu konu ardıl tercümenin fiziki koşullarından psikanalize uzanan bir yelpazede değerlendirilebilir (Durumun tercümanlık çerçevesinde incelendiği bu yazıya bakmanızı tavsiye ederim: https://www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2017/04/07/gunah-kecisi-tercuman/) Hayatta pek çok durumda olduğu gibi burada da kesin bir yargıya varmak imkansız. Ben eldeki veriler ışığında ortada bir sansür değil talihsiz bir hata olduğu görüşündeyim. Olayın tanığı olarak izlenimimin yanı sıra yıllardır takip ettiğim, şu ana dek bir homofobikliğini görmediğim festivalin genel tutumu ve Ayan’ın açıklaması bana bunu söylüyor.
Mesele aslında bir “hak teslim etme” olayından çok, bu gibi durumlara verilen tepkilerin şeditliğini içermesi bakımından ilgimi çekti. Elbette LGBTİ bireylere ve kadına yönelik şiddetin dehşet verici boyutlarda yaşandığı, uzun mücadelelerle ağır ağır yol alınabilen bir ülkede böyle bir olayın gürültü koparması, sorgulanması son derece normal ve sağlıklı. Yorumum sorgulamaya değil, kestirmeden karar vermeye dair ve bundan sonra yazacaklarım için bu olay sadece bir çıkış noktası.
Toplumca kolay dolduruşa gelme, kestirmeden yargılama ve bunu dolu dolu ifade etme gibi bir hobimiz var. Hemen hemen her konuda böyle bu. İnsanlar ve kurumlar parçalı değil süreçsel olarak tanınmalı, haklarındaki yargılar öyle oluşturulmalı oysa. On yıldır tanıdığınız, farklı durumlardaki tutum ve tepkilerini gözlediğiniz bir arkadaşınızın hoşlanmadığınız bir davranışıyla karşılaştınız diyelim. Çizer misiniz hemen? Yoksa kişiye dair genel deneyiminizi düşünüp bu tekil olayı paranteze almayı mı tercih edersiniz? Günümüzün zorlu dünyasında ikincisi daha sağlıklı bir seçim sanki. Güzel şeyler, güzel insanlar ve oluşumlar hayatımızda gani gani değil kabul edelim. Yine de sonsuz bir iyilik güzellik stoğuna sahipmişiz gibi, sosyal hayat ve sosyal medyada tek bir veriden yola çıkan keskin yargılar üretmeye bayılıyoruz. Çok kolay ve iştahla harcıyoruz. Aynı şey başımıza geldiğinde büyük bir haksızlık hissine kapılıyor fakat ikiyle ikiyi toplayıp buradan bir empati üretemiyoruz. Zaten empati süreçleri hâlâ “senin ananın bacının başına gelse gücüne gitmez mi?” seviyelerinde seyrediyor. Yanılıyor olabileceğimizi kabul etmeyi sevmiyoruz. Özür dilediğimizde genelde içten olmayıp anı kurtarmaya çalışıyoruz. Tüm bunlar tersini de getiriyor beraberinde. Tolere edebilecek durumlarda büyük gürültüler koparırken artık affedilmemesi, hayır denmesi gereken şeyler ve ilişkilere de gereken tepkiyi veremiyoruz çoğu kez.
Ayarsızız. Ciddi bir hafıza ve empati sorunumuz var. Sadece insan ve kurumlara değil, yakın tarihe de böyle yaklaşıyoruz. Olay ve olguları hep karanlıkta fili hortumundan tutmak gibi, parça parça algılıyoruz. Yaşadıklarımız bize ders olarak dönmüyor, hayatı sonsuz bir déjà vu biçiminde, ergen bir sersemlik içinde deneyimliyoruz. Açıkçası bu bana tatlı, dobra ya da samimi gelmiyor. Hep övündüğümüz Akdenizlilik böyle bir şeyse biraz da İngilizliğe meyletmekte fayda var sanki. Çok çektik bütün bunlardan, ‘başımıza gelen’lerle bu eğilimimizin de büyük ilgisi var.
Yukarıda linki geçen röportajdan Ian McKellen’ın güzel sözleriyle söylersek, “Nerede olursanız olun toplumu değiştirmenin yolu kendine dürüst olmak ve kendini gerçekleştirmekten geçiyor.” Haydi pamuk eller cebe, iğneler narin tene. Hep iyi niyetli olup başkalarının abuk subuk davranışlarına maruz kalma şeklindeki mağduriyet ısrarımızdan vazgeçelim. Önce içimizdeki düşük hafızalı, bencil ve fevri ergene bir dur diyelim, gerisi gelir. Ha bir de, kaldır kafanı!
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI