İstanbul Film Festivali notları: Ne varsa eskilerde var!
Geride bıraktığımız bir yılda sinemanın birikimi azımsanmayacak durumda ancak yine de eski filmleri izleyince “Ne varsa eskilerde var” demeden edemiyor insan.
İstanbul Film Festivali tüm hızıyla devam ederken, yakın dönemin ‘iyileri’ ile geçmişten gelenler bir arada çıkıyor seyircinin önüne. Hiç kuşku yok ki, geride bıraktığımız bir yılda sinemanın birikimi azımsanmayacak durumda ancak yine de eski filmleri izleyince “Ne varsa eskilerde var” demeden edemiyor insan.
Festivalin de konuğu olan Ian McKellen’ın senaryosunu yazıp başrolünde yer aldığı 1995 tarihli “Richard III” örneğin. Modern bir Shakespeare uyarlaması olan film, 30’lu yılların İngiltere'sinde hayal ürünü bir Nazi evrenine götürdü seyirciyi. Usta oyuncular ve sağlam bir metinle kurulu filmin yalnızca ‘geçmişin günahlarını’ değil, geleceğin olasılıklarını da anlatan dili etkileyiciydi. Yalnızca iktidarı ele geçirmenin değil, orada kalmanın da nasıl bir suç silsilesi yarattığını izlerken yaşadığımız çağla örtüşen yanlarına bir kez daha hayret ettik.
WELLES’IN ‘SORUNLU’ FİLMİ
Bir başka usta Orson Welles’in 1965 tarihli “Falstaff (Geceyarısında Çanlar)”ı da Shakespeare metinlerinden uyarlanmış tarihi bir film olarak dikkat çekiciydi. Yönetmenin en iyi filmi olarak nitelediği bir dizi dava sonucu seyirciyle buluşması sürekli geciken film restore edilerek yeniden dünyayı dolaşmaya başladı. Metin, Shekespeare’ye ait olur da işin içinde iktidar hırsı, düzenbazlıklar ve tabii ki görkemli savaşlar olmaz mı? Welles’in naif bir düzenbazı canlandırdığı film ‘iktidar hayali’ ile ‘iktidar olmak’ arasındaki farkı anlatırken görsel olarak da şapka çıkarmamıza vesile oldu. Festivalin kataloğunda da belirtildiği gibi savaş sahnesindeki görsel maharet ve emek bile filmi ayrı bir yere koymamıza vesile olacak cinsten.
KEN LOACH’A SAYGI
Film 2016 tarihli olabilir ama filmin konusu olan isim ‘eskilerden’ olunca başlıktaki sözümüz de geçerliliğini koruyor hâlâ. Evet, Louise Osmand imzalı “Karşı Yönetmen: Ken Loach”tan bahsediyorum. “İşçi sınıfının şairi”nin bir emekçi çocuğu olarak başlayan, Oxford’ta algılamaya başladığı iki sınıflı dünyayı anlatma çabasının, tiyatro geçmişinin, BBC yıllarının perdeden akıp gittiği, hem dostlarının hem kendisinin geçmişi deştiği filmin hüzünlü yanları da vardı. Çocuğunu kaybettiği kaza, yıllarca iş bulamayıp McDonald’s reklamı çekmek zorunda kalması ve 90’lardan itibaren yeniden dirilişi adeta bir hayat dersi gibi akıyordu sinemadan. Ken Loach olsanız bile politik tavrınızın arkasında durmanın bir bedeli olduğunu görüyor ve 80’ini geride bırakmış bu büyük yönetmenin her bedeli gönüllüce ödemiş olduğuna şahitlik ediyorsunuz.
BEYAZLAR SÖZÜM SİZE!
“Genç Karl Marx” filmi hakkındaki görüşlerimizin geçen hafta yazdığımız Raoul Peck’in yılın çok ses getiren belgesellerinden “Ben Senin Zencin Değilim”i de analım son olarak.
“Oscar adayı bu belgesel, ünlü Amerikalı yazar James Baldwin’in yarım kalmış yapıtı “Remember This House”u merkezine alıyor. Baldwin, çok kısa aralıklarla öldürülen Afro-Amerikalı üç aktiviste; Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King Jr.’a dair anılarından yola çıkarak Amerika’da ırkçılığın kökeni ve bununla nasıl mücadele edilebileceği üzerine bir deneme yazmayı hedeflemişti bu yapıtında. Peck ise yarım kalmış bu metni arşiv görüntüleriyle birleştirerek, Baldwin’in o dönemde ırkçılığa dair söylediklerinin günümüzde Amerika’da hâlâ geçerli olduğunu hayranlık uyandırıcı şekilde ortaya koyuyor.”
Festival bültenindeki bu ifadeler filmi çok iyi özetlediği için yukarıya aynen koydum ama film çok daha fazlası. Hem Baldwin’in metni hem de Peck’in görüntüleri Amerika’daki ırkçılığa tarihsel bir perspektiften bakarken dram dolu anlarla ya da kanlı geçmişle ilgilenmek yerine soğukkanlı bir şekilde meselenin özünü anlatmaya çalışıyor izleyiciye. “Zenci” kavramının beyazların yarattığını ve onların sorunu olduğunu koyuyor önce masaya, sonra da tarihin geçmişte değil gelecekte yazılacağını hatırlatıyor. Film, siyahların neden haklı oldukları gibi gereksiz bir tartışmaya girmek yerine bu haklılığı bir veri olarak kabul ediyor ve daha çok beyazların kafasındaki korkuları, kaygıları ve ikiyüzlülükleri anlamaya, anlatmaya çalışıyor.