Hınç: AKP’nin anayasa serüveni
7 Haziran’ın ardından hınç, artık tek başına her şeye sahip olamama ihtimalinin yarattığı korkuyla birleşti. Barış süreci sonlandı. Şehirler askeri bölge ilan edildi ve acımasız bir savaş başladı. Hıncını ve kudretini 1 Kasım’da büyüten yeni Türkiye’nin yeni rejimi, 15 Temmuz’u Allah’ın lütfu olarak kullandı ve OHAL düzeni içinde geriye kalan hukuk devleti parçalarını da yok etti.
Türkiye uzun bir zamandır 1982 Anayasası’nın önce söylemsel olarak itibarsızlaştırıldığı, ardından da fiili olarak gayri meşrulaştırıldığı bir anayasasız dönem yaşıyor. Adım adım gelişen bu süreci anlatmadan önce, anayasalı ve anayasasız siyasal rejimler arasındaki karşıtlığı özsel düzeyde tanımlamak isterim.
Önde gelen Norveçli siyaset bilimci Jon Elster, Ulysses Unbound (Bağını Çözmüş Ulysses) adlı eserinde başlığa denizci Ulysses ve sirenler hakkındaki mitolojik öyküyü taşımıştır. Ulysses sirenlerin sesini duyduğunda kendini kaybetmekte, rasyonel davranma yetisini yitirmektedir. Bu nedenle sirenlerin bulunduğu adaya yaklaştığında tayfasına kendisini bağlamalarını emreder ki sirenlerin şarkısı onu baştan çıkarmasın. Anayasa bu bağdır işte. Elster’e göre, anayasa yapmaya kudreti olan iradenin bütün iktidarı kendine toplamak yerine, kendi de dahil bütün siyasal güçleri anayasa ile bağlamasının nedeni, olası sirenler ile kışkırtılabilecek güçlerin, bütün bir siyasal topluluğa deli gömleği giydirme ihtimalinin önüne geçmektir.
Bağlarından arındırılmış bir siyasal gücün tek başına sürdürdüğü iktidar ise anayasasızlığın tanımıdır. Dolayısıyla anayasasızlık ile kasıt anayasanın kimi hükümlerinin ihlal ediliyor oluşu değil, artık siyasal iktidarın kendini bağlayacak bir anayasa tanımama kudretini kendinde görmesidir. Bir kararname ile yüzlerce barış akademisyenin, on binlerce kamu personelinin gerekçesiz olarak işlerinden atılabilmesi, seyahat ve mülkiyet haklarının ihlal edilebilmesi, hukuk yollarının kapatılabilmesi, yurttaş olmanın temel kazanımı olan haklara sahip olma hakkının yok edilebilmesidir. Hakimlik güvencesini ortadan kaldıracak şekilde, karar toplumsal infiale neden oldu diyerek beğenilmeyen kararı veren hakimin görevden alınabilmesi, idam isteriz diye bağırtılan kitlelere, siz istersiniz de biz yapmaz olur muyuz denebilmesidir.
2010’da yapılan referandum, Türkiye’de anayasanın söylemsel olarak itibarsızlaştırılmasının ilk aşamasıydı. Referandumda iktidarın yürüttüğü evet propagandasının temel vaadi 12 Eylül rejimi ile hesaplaşmaktı. Referandumun ardından 12 Eylül düzeni kalkacak, darbeciler hesap verecek, demokrasi gelecekti. Elbette bu söylemin dayanağı darbecilerin yaptığı 12 Eylül Anayasası’nı değiştirmekti. Tabii o zaman, aklı başında bütün anayasa hukukçularının dile getirdiği faydasız doğru bu söylemin kandırmacadan ibaret olduğuydu.
12 Eylül Anayasası 1987’den başlayarak kapsamlı bir değişikliğe uğramış ve standart bir burjuva demokrasisi standardına çekilmişti. 12 Eylül rejimi ise varlığını, yasal düzeyde, darbenin kurumlaştırdığı siyasal partiler sisteminde, üniversite sisteminde, seçim barajında sürdürmekteydi. Elbette bunlara dokunulmadı ve fakat anayasa, darbe anayasası olarak itibarsızlaştırılmaya başlandı.
Referandumun sonucunda yargı, 15 Temmuz’da tankları yürüten Gülen Cemaati'ne teslim edildi ve 12 Eylül faşist cuntası hakkında bir iddianame hazırlandı. Bundan bahsetmeden geçmeyeceğim. Mülkiye’de anayasa asistanı olarak heyecanla ülkenin en önemli hesaplaşma iddianamesini beklerken, çıkan iddianamedeki şu demokrasi tanımıyla karşılaşınca uğradığım hayal kırıklığını nasıl anlatırım bilmiyorum: “Demokrasi, Latince bir deyim olup, halk anlamına gelen "demos" ile "egemenlik-iktidar" anlamına gelen "kratos" kelimelerinin birleşiminden meydana gelmiştir… Demokrasi kavramını ilk kullananların Yunanlılar olduğu ve büyük ihtimalle Atinalılar olduğu sanılmaktadır.”
Ülkenin en önemli hesaplaşma davasının savcısı bir sözlük bile karıştırmaya gerek duymadan, yalan yanlış bilgileri, internet kaynakları içinde en güvenilmez olanlara dayanarak sıralıyordu. Muhakeme yeteneği olmadığı ilk cümlelerdeki çelişki ve yanlışlardan belli olan bu savcı bu ciddiyetsizlikle hangi delili doğru kullanabilir, hangi yasayı doğru yorumlayabilir, hangi büyük davadan hangi sonucu alabilirdi? Bir ağırlık bile hissetmeden öldü darbeciler, kimsenin gözünün içine bakıp hesap vermeden. 12 Eylül düzeni ise bütün yasalarıyla ve en yasasız yönleriyle sürüyor.
Bu söylemsel itibarsızlaştırmanın ardından yeni bir anayasa yapma ihtimalini, çalışma yönergesi çıktığı gün yitirmiş olan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun sürdürdüğü fiili itibarsızlaştırma geldi. Komisyon yeni anayasa çalışmalarına başladığı andan itibaren 1982 Anayasası yürürlükte değilmiş gibi davranıldı. AKP başkanlık istiyordu olmadı; o zaman yeni anayasanın da bir anlamı yoktu. Sonrasında TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya söyleyiverdi: Türkiye beş yıl anayasasız da kalabilirdi. ‘Sonuçta demokrasi önemliydi’.
2013 Mayısında her şeye tek başına sahip olmak isteyen, bunun aracı olarak da Türk tipi başkanlık önerisini getiren Tayyip Erdoğan’ın karşısında, hem de ülkenin her yerinde gerçek bir bariyer kamusal olarak kendini gösterdi. ‘ Tek’ olanla hiçbir şekilde özdeşleşmeyen, kendini ilgilendiren her meselede kendi kararını vermek isteyen, gerçek bir yurttaş ve demokrasi hareketi olarak Gezi; ağacın, toprağın, insanın sahibi olmaya yönelen siyasal iktidara bir baraj kurdu. Başkanlığı gündemden kaldırdı ve her şeye sahip olma hırsı, hınca dönüştü. Anayasa fiilen de ortadan kalkmıştı.
2014’te Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan partisinin olağanüstü kongresinde konuştu. Çünkü partisiydi. Çünkü hala başbakandı, fakat cumhurbaşkanı da seçilmişti. Daha sonra beyan edeceği Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımadığı ve uymayacağı bir ortamın zemini hazırdı artık.
7 Haziran’ın ardından hınç, artık tek başına her şeye sahip olamama ihtimalinin yarattığı korkuyla birleşti. Barış süreci sonlandı. Şehirler askeri bölge ilan edildi ve acımasız bir savaş başladı. Hıncını ve kudretini 1 Kasım’da büyüten yeni Türkiye’nin yeni rejimi, 15 Temmuz’u Allah’ın lütfu olarak kullandı ve OHAL düzeni içinde geriye kalan hukuk devleti parçalarını da yok etti.
Türkiye’de bugün hukuk devletinin temel ilkesi olan öngörülebilirliğin hiçbir unsuru yok. Başımıza, bilmediğimiz bir eylemimizden dolayı bir şey gelebilir ve mahkemeye başvuru hakkımız bir anda elimizden alınabilir. Gerçek bir kamuoyu oluşturmaya dönük haberciliğin bütün olanakları elinden alınıyor. Üniversiteler en zavallı rektörlerin yönetimi altında vasatı büyütüyor, bilimin temeli olan eleştiriyi suç ilan ediyor bu rektörler. Siyasetin bütün demokratik zeminlerinin önü tıkanmış durumda. Hem de öyle bir ironiyle ki, tek anayasal vaadi 18 yaşındaki gençlere milletvekili olma hakkı tanımak olan bir anayasa değişikliği referandumu propagandası sırasında, üniversitelerde valilik yazılarıyla siyaset yasaklanıyor. Tabii ‘Hayır’ fikrini büyüten gençler için. Referandum kampanyası, o hesaplaşılma sözü verilen 12 Eylül rejiminin anayasa referandumu ile yarışıyor.
Üç gün sonra fiili durumun kalıcılaşması için atılmış bir adıma evet ya da hayır diyecek seçmenler. Seçmen davranışında 7 Kasım 1982 ile 16 Nisan 2017 arasında paralel bir ilişki olduğunu düşünüyorum. 1982’de halk cuntanın ara rejiminin kalıcı olma ihtimalini dikkate alarak evet demişti diğer şeylerin yanında. 16 Nisan 2017’de etkili olacak duygu ise evet derlerse bu hıncın ve hukuksuzluğun bir daha geçmeyeceği korkusu.