Aşktan sonra hayat var mı?
Aşkın ölüp gömüldüğünü düşünmüyorum ama bu üç filmin de anlattığı gibi, bildik “aşk hikayesi”nin bazı köklü değişiklikler geçirdiği açık. Günümüz insanı için aşk fazla zahmetli bir hal aldı. Kalbinle irtibatını kesmeden hayatla başa çıkabilmek başlı başına bir mesai. Türkiye zaten Tanpınar’ın dediği gibi, “evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanı vermiyor.”
“Aşk öldü,” diyor kulağımın dibinde. “Aşk gömüldü!” Deli mi ne?
Referandumun birkaç gün öncesi. İskelede küçük bir parktayım. Sırtımı eğri bir ağaç gövdesine yaslayıp bahar pozu almışım. Ayaklarımın dibinde laleler, menekşeler, gelincikler. Arkamda, hemen parkın bitiminde bir polis aracı. Üçü kadın, birkaç polis öğle molası vermiş, dinleniyor. Polis çitinin üstünde kuşlar geziniyor. Caddeyle polis aracının ortasında minicik bir bahar adası işte. Ağacın eğriliği sırtımı acıtırken hafif esinti çiçek ve deniz kokusu getiriyor. Yaklaşan referandumun gerginliği havada neredeyse elle tutulabilir halde. Oturduğum yer, o an tam, hayata benziyor.
Arkamdan gelen sesle irkilerek dönüyorum. Konuşan otuzlarında, Adrien Brody burunlu, karizmatik bir deli, evet. Sözünü söylüyor ve kendine saygısı olan her deli gibi karşısındakinin tepkisini hiç umursamadan geldiği gibi aniden gidiyor.
Aşk öldü ve gömüldü ha? Vay be. Deli söylediğine göre, kesin bilgi. Sokakta yakalanıp eline mahkeme celbi tutuşturulmuş biri gibi kalakalıyorum…
RUH MU BEDENDEN, BEDEN Mİ RUHTAN?
Öğlen öğlen “deli dürttüğünde”, önceki gece festivalde izlediğim, Macar yönetmen Ildikó Enyedi’nin filmi Beden ve Ruh (Teströl és lélekröl/On Body and Soul) üstüne düşünüyordum. Berlin’den Altın Ayı’yla dönen film, bu yılki İstanbul Film Festivali’nde izleyebildiklerim arasında en sevdiğim. Son yılların en tatlı ve çarpıcı aşk hikayelerinden. İnanması güç ama, olaylar bir mezbahada geçiyor!
Mezbahanın finans müdürü Endre’nin (Morcsányi Géza) monoton hayatı, kalite kontrolörü Maria’nın (Alexandra Borbely) firmaya gelişiyle değişiyor. Bu genç ve güzel kadın işine bağlılığı, çalışkanlığı, titizliğine tezat biçimde sosyal becerileri hiç gelişmemiş, epey değişik biri. Olağanüstü bir hafızaya ve hesap becerisine sahip. İş yerinde polisin ve bir psikoloğun da işin içine karıştığı bir olay sonucunda tuhaf bir durum su yüzüne çıkıyor: Rüyalarda buluşuyorlar! Birbirini hiç tanımayan bu iki insan, her gece bir erkek ve bir dişi geyiğin başrollerde olduğu aynı rüyaları paylaşıyor. Bu mistik ortaklık ikisini birbirine yakınlaştırırken Maria’nın zor karakteri, deneyimsizliği ve günümüzde aşka düşmenin çeşitli zorlukları giriyor devreye. İnsanı büyüleyen, içe dokunan, gülümseten, ağlatan bir tuhaf aşk masalı. Ruh ve beden, gerçeklik ve rüyalar filmin gümüş iplikli dokumasında zahmetsizce kaynaşıyor.
Beden ve Ruh, pek az filme nasip olan o “X faktörü”ne sahip. Bir mezbahanın günlük rutinlerinden detaylarla, kısmen çok rahatsız edici olabilen görsel malzemesine rağmen izleyiciyi baştan sona duman gibi bir büyünün içinde tutuyor. Kendine özgü bir dünya kurma becerisi hipnotik. Sıra dışı karakterlerine ve mekânına rağmen aşk, yalnızlık, anlam arayışı temalarını özdeşleşmeye imkan veren biçimde işlemeyi başarıyor. Ruhen oldukça gri bir film ama karamsar değil, tatlı bir mizahı ve umudu var. Yarattığı duygu hemen dünyaya karışıp uçmasın diye çıktıktan sonra birkaç dakika konuşmak bile istemediğiniz filmlerden. Festivalde kaçırdıysanız Başka Sinema’da kaçırmayın.
İYİ ŞEYLER PEK KENDİLİĞİNDEN OLMAZ
“Çok aşık olasım var da olmuyor işte…” diyor.
“E o bi kız vardı çok hoşlandığın, n’aptınız?” diye soruyorum.
“Olmadı o ya… İki kere beraber olduk diye elimi melimi tutmaya kalktı, planlar mlanlar, bi gerildim,” diyor. “Böyle hoop sevgili olduk moodları bana göre değil. Kendiliğinden gelişsin istiyorum. Rahat olalım, kasmayalım.”
Arkadaşım iyi, tatlı ve veteran bir bal arısı kadar çapkın bir adam. Lafa gelince hep aşık olmak istiyor ama bir şekilde olmuyor işte, o da önündeki maçlara bakıyor. İhtimallerin hepimizi az çok avucuna alan sonsuz çekiciliğinden ve günümüzün pembe yalanı “kendiliğindenlik”ten muzdarip.
Bu kendiliğindenlik denen şey kulağa geldiği kadar mümkün değil aslında. Normal koşullarda bir araya gelemeyecek iki insan arasında belki sadece ilk karşılaşma kendiliğinden olur. Gerisi bir miktar çaba gerektirir. Her şeyi akışına bırakırsanız, hayat kendi planını yapar. Poponuzu kaldırıp siz girişmezseniz, hayat tez canlı bir anne gibi odanızı kendi bildiğince düzenler. Seçenek bolluğu sanılan şey, bu anlamda bir yanılsamadan ibaret. Aşk bir seçme ve konsantrasyon işi.
Festivalde sevdiğim bir diğer aşk, daha doğrusu “hayat!” temalı film, Martin Provost’un İki Kadın’ı (Sage Femme/The Midwife) oldu. Film, işte bu “doğru mu yaptım?” sorusunun bazen bir ömür sürebileceği seçimlerden ve sonsuzmuş gibi görünen ihtimallerden bahsediyor. Catherine Frot ve Catherine Deneuve’ün şahane oyunculuklarıyla birbirinden çok farklı iki kadın arasındaki ilişkiyi anlatan, yer yer sarsıcı ama çok da tatlı bir dram. Hayatta hep doğru olanı yapmaya çalışmış, sorumluluk sahibi, zarif, şefkatli bir kadın ve hep canı ne istiyorsa onu yapmış, ehlikeyf ötesi, süslü, kendini beğenmiş, eğlenceli bir diğer kadın. İkisinin ortasında da birinin babası, diğerinin eski sevgilisi olan bir erkeğin anısı. Babanızın intiharından sorumlu olduğunu bildiğiniz birini affedebilir misiniz? Film bu zor soruya evet yanıtını inandırıcı biçimde veriyor. Hayatta kendiyle barışmanın sırrının belki en çok bir hemcinsle kurulan zor ilişkiden sevgiyle çıkabilmek olduğu minvalindeki “söz”ünü sevdim filmin. Damakta bir tatlı şarap tadı bırakıyor, izlenmeyi kesinlikle hak ediyor.
ÖTME BE KAUAI, DERDİMİZ BİZE YETİYOR!
Kauai kuşu, dünyanın en içli, en hüzünlü melodisiyle ötüyor. Sosyal medyada rastladığım paylaşımda, üstteki bilgi şöyle: “Bu güzel sesi canlı dinleme ihtimaliniz yüzde sıfır. Kauai kuşunun son bireyine aitti, 1987’de kaydedildi. Olmayan dişilere kur yapıyordu. Artık yoklar…”
Telefonda en yakın kadın arkadaşlarımdan biri. Konuşmamız aşağı yukarı şu şekilde:
“Yüreğimi söktün be Kauai!”
“Dünyanın en güzel sesli kuşuymuş ya, yazık…”
“Allah çirkin ötüşlü şansı verecek işte.”
“Düşünsene, köpekler gibi yalnız bu güzel kuşcağız!”
“Deme öyle deme, beni de ağlatacaksın!”
İki ayrı şehirde, telefonun iki ucunda, otuz sene önce nesli tükenmiş bir kuşun hazin kaderine ağlıyoruz. Çok saçma ve çok haklıyız. Kauai’ye değil aslında bir pundunu bulmuşken parktaki delinin çoktan ölüp gömüldüğünü iddia ettiği aşk kavramına ağlıyoruz.
Bu yılki festivalin en sevdiğim filmlerinden Ana, Sevgilim (Ana, Mon Amour) da Kauai’nin ötüşü kadar yürek burkan bir kara sevda hikayesi anlatıyor. Üniversite yıllarında tanışan Ana (Diana Cavallioti) ve Toma (Mircea Postelnicu) kısa zamanda yoğun ve tutkulu bir aşka yelken açıyor. Ana’nın geçmiş travmalarından beslenen psikolojik sorunları ve Toma’nın gelişkin koruma/kollama dürtüsüyle, ilişkileri, evliliğe uzanan bir bağımlılık ilişkisine dönüşüyor. “Aşk yaralı bir ruhu tedavi edebilir mi, ilişkide fedakarlık aslında bir iktidar kurma yöntemi midir, gün gelip roller değiştiğinde yapılan iyilikler nereye gider?” sorularının yanı sıra belki esas olarak “mutlu aşk var mıdır?” sorusunu sorduruyor. Cevabı pek umutlu bir cevap değil. Romen sinemasının parlak yönetmenlerinden Calin Peter Netzer’in filmi, üç ayrı çizgide akan zamanı başarıyla harmanlayan dramatik kurgusu, psikanalizi hikâyeye yedirmesi, hareketli kamerası ve doğal oyunculuklarıyla içerdiği pek çok “gerçek an”la, gerçekten özel bir film.
Aşkın ölüp gömüldüğünü düşünmüyorum ama bu üç filmin de anlattığı gibi, bildik “aşk hikayesi”nin bazı köklü değişiklikler geçirdiği açık. Günümüz insanı için aşk fazla zahmetli bir hal aldı. Kalbinle irtibatını kesmeden hayatla başa çıkabilmek başlı başına bir mesai. Türkiye zaten Tanpınar’ın dediği gibi, “evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanı vermiyor.” Hayat zor, ülke hayattan zor. Hepimiz aşktan sonra da hayat olduğunun, artık kimselerin yataklara düşüp ölmediğinin farkındayız. Kendimizi ne kadar günlük akışa kaptırırsak kaptıralım bir film ya da bir kuşun ötüşü gelip kalbimizi kırabiliyor yine de. Aşkın neon mavisinin içinden bir kez geçmiş ruhlara, anın sönük avuntuları ve cılız cıvıltıları yetmiyor. Zor da olsa, zahmetli de olsa aşkın gücüne ve yenileyiciliğine ihtiyacımız var. Hayata aşkla sarılmaya, bugün belki her zamankinden çok ihtiyacımız var.
https://twitter.com/bilio_muydunuz/status/850997370657615873
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI