'Herkezin yağmurla bir anısı vardır'
Dünyaya diyecek bir sözü var Şaban Altay’ın. Dünya onun gibi zarif, gururlu, mütevazı insanların hatırına dönüyordu sonuçta.
Ankara’daysanız, ara sıra Yüksel Caddesi’nde kitaplarını imzalayan apak bir yazarla karşılaşma ihtimaliniz vardır. Sokakta olması gereken edebiyatın sokaktan gelen sesidir o. Şimdi kitap olarak yayınladı öykülerini. Bizim tanışma öykümüz de bir kitap hazırlama fikri ile başlamıştı. (Onun kitabıyla bir kitapçıda karşılaşma ihtimali yok, şimdilik. Şuradan bulunabilir ama: https://www.facebook.com/yilaninyilanligi/)
Onunla ilkin bir derginin sayfalarında karşılaştım. (Şimdilerde o derginin kötü birer kopyası olan ve kopyala-yapıştırla çıkan tonla dergi var.) Aslında “alt edebiyat” hakkında akademik bir çalışma yapmak istiyordum. Bir gün Bilkent’teki hocalarımdan Süha Oğuzertem’e bu fikrimi anlatıyordum ki “edebiyatın altı ve üstü yoktur Selim bey, edebiyat edebiyattır!” deyiverdi. Bozulmakla anlamak arası öğrenci refleksi içindeyken dergiyi uzattı ve açık sayfadaki Şaban Altay’ın fotoğrafını gösterdi. Gidin ve bu yazarı bulun, dedi.
Daha önce Tahir Fikri’yi tanımıştım. Kendi adını taşıyan yayınevinde sadece kendi kitaplarını basar ve çantasına doldurup taşra çarşılarında satardı. Sade, zarif, kısık sesli bir insandı. Onun gibi pek çok “sokak yazarı”nı, sözcüklere takla attıran, başkasının değil kendisinin öyküsünü anlatanlardan hep daha fazla sevdim. Şaban Altay da böyle biri olmalıydı. İnsanı odağa alan edebiyata “elit” edebiyatçılardan daha bağlı biri olurdu bu durumda.
Öğrendiğim kadarıyla börek yapıp satıyordu sokakta. Onu bulmak için bir sabah erkenden Ankara kerhanesinin karşısındaki büyük alana gittim. Uzaktan tanıdım. Ticaret değil de gözlem yapıyormuş gibiydi. Kendimi tanıttım ve niçin geldiğimi söyledim. Birkaç dakika içinde “kardaş” olmuştum ona, o da bana “amca”.
Demirel’in hemşehrisi İslamköylü esnafa dönük olan sırtında nice yılın ağırlığı vardı. Çocuklarını hile hurdası yok börekleri satarak büyütüyordu. Öğrencilere, yoksullara, üstü başı kirli çocuk işçilere ucuz börekleri daha da ucuza veriyordu. Nezih dükkânlardan daha temiz börekleri bitiriveriyordu hemen. Daha fazla kazanmaya çalışmıyordu. Börekleri soğumadan, bozulmadan bitiyordu işte.
Okumayı kendi kendine sökmüştü de yazmayı ancak askerde öğrenebilmişti. Askerlik dönüşü noktalama tuşları kırık eski bir daktilo geçmişti eline. Noktalama işaretleri olmayınca cümleler de bitmiyordu elbette.
Ankara’nın son dönemde seyirlik kılınan dip dünyasının bizatihi içindeydi. Pek sevimli polis karakterleri değil, yaşayan insanları yazıyordu. Bozkırın ortasındaki bu iri başkentte ancak edebiyatın anlatabileceği başka bir hayat vardı yazdıklarında.
Bütün öykülerini toplayıp aldım. Yavaş yavaş bilgisayarda dizdim. Noktalama işaretleri koydum! Hemen her öyküyü imrenen bir yazar gözüyle okudum. Sonunda kitap şekillenmeye başladı. Ama önce birkaç öyküyü pek elit dergilere gönderme kararı aldık. “Herkezin Yağmurla Bir Anısı Vardır” adlı öyküyü bir dergiye gönderdim. Derginin pek entelektüel editörü, “herkez” değil, “herkes” olacak şeklinde bir cümlelik bir cevap gönderme lütfunda bulundu! Bu tavır, yaşamayan bir edebiyatın içine dalan gerçek metinleri bir süre unutmama neden oldu.
Şaban amca ile birlikte Ankara’nın dip bucağını tanıma fırsatı buldum. Kalenin dibinden Çinçin’e, Hıdırlık’tan Akdere’ye uzanan hayatı görme, okuma ve tanıma şansım oldu bu şekilde. Ama Ankara’dan taşınma nedeniyle uzun yıllar görüşemedik, “Yılanın Yılanlığı” kitabı kapımı çalana dek.
Hazırlamaya girişip caydığım kitap güzel ve özenli bir baskı ile çıkmıştı işte. Şaban amca daha bir yaşlanmış, ama zihnindeki insanî zarafet daha bir derinleşmişti. Yaşadığı hayatın seçenekler kümesi içinde yazarlık yoktu. Ama dünyaya diyecek bir sözü var Şaban Altay’ın. Dünya onun gibi zarif, gururlu, mütevazı insanların hatırına dönüyordu sonuçta.
27 öykü var kitapta. Ne yazık ki bu yazının başlığı olan öykü yok, ama diğer öykülerden bazılarını hatırlayarak okudum. Yine de öykülerden bahsetmeyeceğim, çünkü her bir öyküsünün bir öyküsü var.
Bazı akşamlar Mülkiyeliler Birliği’nin önünde olur. Birkaç kitap vardır elinde. Daha fazla getirmez. Daha fazla kazanmaya çalışmaz. Bu yüzden duman tüter kitaplarının üstünde.
BİR GÜN
Meşhed’de Firdevsî’nin mezarının önündeki bilet kulübesine doğru yürüyordum. Hızlanıp önüme geçen Silvanlı dostum, dönüp şöyle dedi duyulur duyulmaz bir sesle: “Yerli ile yabancıların giriş ücretleri farklı. Sen kulübeye gelme. Ben Şiraz Farsçasıyla konuşurum, yerli ücreti keserler!”