Kötü zamanlar
Kötü zamanlar olarak tanımladığım durum, hukuksuzluğun, pervasızlaşan hak ihlallerinin, baskının, çifte standardın, özgürlük alanlarını tahrip etmenin ve ahlaki bir erozyonun ağır biçimlerini içeriyor.
Bir ülke, bir toplum ve hatta bir kurum kötü zamanlar yaşıyor ve buradan bir türlü çıkamıyorsa, olanları anlamak için kötülüğün ve zorun ortaya çıkma noktasından başlayamazsınız. Çok daha gerilere gitmek gerekir. “Odun kırıcının hınk deyicileri”nin kötülüğün yaşandığı alanlara birer birer yerleştirilme zamanlarına... Oralara nasıl ve ne yollarla geldiklerini anlamak gerekir.
Böyle zamanları hiç değilse kurumların üst makamlarındaki doğru düzgün yöneticilerle karşılayabilmek önemlidir. Oysa kötülük ortaya çıkacağı her yere önce adamlarını gönderir. Çünkü ancak o zaman bütün cüssesiyle zuhur etme imkanı bulabilir. Aslında başka türlü olması da mümkün değil. Bürokraside, yargıda, medyada, sivil toplum alanında, üniversitelerde ve diğer birçok alanda yönetici pozisyonunda olanlar, görevlerini etik sorumluluk çerçevesinde ve layıkıyla yapan kişiler olsa yaşanan zaman ne kadar kötü olabilir ki zaten?
Kötü zamanlar olarak tanımladığım durum, hukuksuzluğun, pervasızlaşan hak ihlallerinin, baskının, çifte standardın, özgürlük alanlarını tahrip etmenin ve ahlaki bir erozyonun ağır biçimlerini içeriyor. Bu kapsamda bir kötülük, toplum hayatının bütün kurumlarında işbirliğinin koşullarını oluşturmadan açığa çıkamaz. Aileden apartman hayatına, okullardan iş yerlerine, sokaklardan şehirlere ve oradan da devlet yönetimine kadar ait olunan tüm çevrelerde yönetimsel bir boyut çerçevesinde yüzleşilir kötülüğün büyük kısmıyla. Kötü zamanlar genellikle maruz kalanları etik bir sorumluluk duygusundan ve entelektüel ya da eleştirel kapasiteden tümüyle yoksun yöneticilerle birlikte yakalar. Kötü zamanların yöneticileri kifayetsiz ama orantısız biçimde hırslı ve akıl almaz biçimde kariyeristtir. Tesadüf değildir bu insanlar.
En vahim tarafı da bu yöneticiler her şeyi aynı anda isterler. Sonuna dek, her şey elden yitip gidene dek boyun eğerler ve hatta ciddi biçimde işbirliği yaparlar. Fakat bu itaatkarlık ya da aktif işbirlikçilik anlaşılmasın, konuşulmasın ve mümkünse tümüyle bambaşka görünsün isterler. Yöneticiliğini yaptıkları kurumlar yıkılıp viran edilirken sanki onlar olmasa işler daha beter olacakmış gibi bir resim vermek isterler. O kör olasıca resim de öyle çıkar hakikaten ha! Şaşırdığınızla kalırsınız.
Şöyle bir düşünelim, birçok meslek grubundan demokrat ve muhalif insanlar art arda açığa alınır veya görevlerinden ihraç edilirken, yanlarında yörelerinde onların hakkını korumak için sesini yükseltecek yöneticiler neden yoktu? Kulağa basit bir talihsizlik gibi geliyor, değil mi? Oysa hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştı. Kurumlarda tam bir hakimiyet sağlandıktan, en alttan en tepeye kadar -bazı istisnalarla- aynı tornadan çıkma “hınk deyiciler” her kademeye yerleştirildikten sonra başlamıştı kötülüğün zamanı... Bu yerleşme tamamlandığı için de emekleri hiçe sayılan ve hayatlarıyla oynanan insanlardan odun gibi “kuru” ve “yaş” diye söz edilebilmiş, sorgusuz savunmasız ihraçlarla beraber hukuk dışına, etik ve teamül dışına doğru müessif bir göç başlayabilmişti. Yöneticilerin sessizce bile olsa direndiği yerlerde bu tasfiyeler olmadı zaten ki az sayıdaki o yöneticileri tarih hep tenzihle hatırlayacaktır.
İşte bu istisnalar hariç, zorun ve zulmün zamanında makam sahipliği noktasında karşılaşacağınız kişiler yönetici filan değildir artık. Açıkça zalim değillerse en iyi ihtimalle bitimsiz bir ergenliği tecrübe eden kız ve oğlan çocuklarıdır onlar. Üstelik bu, ergenliğin ya da çocukluğun masumiyetinden uzak bir çocuksuluktur. İktidara eklenen, sinik bir itaatkarlıktan gelen bir yetişkinleşememe halidir. Toplum hayatının kötülükle damgalanabilmesi için en tepeden başlayarak bu çocuk(su)laşma sürecinin büyük ölçüde tamamlanmış olması gerekir.
Bu insanlar yapıp ettiklerini bir “doğru” ya da “hakikat” zemininde savunmaya yeltenmezler bile. Barış Akademisyenlerinin KHK’larla yediği ağır darbeye bir bakın göreceksiniz. Yüzyılın utanç hanesine yazılacak nitelikteki bu tasfiyeye çarşaf gibi isim listesi verme cüretini gösteren yöneticiler vardı! Ne var ki o listeyi açıklıkla savunamayacak kadar da zavallıydılar. Siyaset alanında ya da başka kurumlarda makam sahibi olan demokrat ve muhaliflere, kapalı kapılar ardında, “nereden bilebilirdik... soruşturmaları basit birer maaş kesme cezasıyla kapatmayı önermiştik” filan dediler. Oysa kendi üniversitelerinin senatolarında, ihraç edilenler hakkında karşılıklı höpürdettikleri suçlayıcı cümleleri sağır sultan bile duymuştu. Bunlar böyledir ve bu kadarcıktır. Kötü zamanları bu insanlarla karşılamak büyük talihsizliktir diyemiyoruz bu yüzden. Çünkü olan bitenin şansla ya da talihle hiçbir ilgisi yoktur. Önce kötü zamanlar sonra da tesadüfen vasıfsız yöneticiler gelmiyor kısacası. Tam tersi oluyor.
Yönetimin tepe noktalarında böyle bir sefillik saltanat sürmektedir. Yönetim kademelerinin diğer basamaklarında da mevzilenmiş “iyi çocuklar” vardır. Kurumlar tasfiyelerle boşaltılırken, gidenlerden kalan son izleri hızla ve telaşla kazımaya girişir bu çocuklar. Kayba işaret eden tek bir boşluk bile bırakmamaları gerekir. Zaten zamanın kötülüğüne eklenenlerin boşluğa veya kayba işaret etmelerini beklemek beyhudedir.
Kötülük örgütlüdür. Maalesef... Üniversiteleri, yargıyı, medyayı ve bürokrasiyi yıllar süren bezdiriler sonucunda tümüyle ele geçirmiş devasa bir örgütlenme...
O halde bizler de bu sefilliğin karşısında haysiyet örgütleyeceğiz. Bu da suç değil ya...