Yüzyılımızın siyasal mücadele ekseni: Siyasal temsil ve özyönetim
Temsil klasik demokrasi karşıtı bir fikirdir. Klasik demokrasinin temelinde yöneten ve yönetilenin özdeşliği yatar. Temsilin temelinde ise seçkinlik. Seçim ile seçkin olma arasındaki bağı buradan kavramak gerekir. Yani biri diğerine göre seçilmeye değer olduğu, yönetmeye uygun olduğu için seçilir.
Tesadüfen, açık olan televizyonda karşılaştığım bir fikir, ilk anda o kadar şaşırtıcı geldi ki sonrasında şaşırdığıma şaştım. Türkiye’deki GSM operatörlerinden birinin CEO’suyla yapılan bir programda CEO şöyle vazediyordu: Gençlerin artık çok iyi düşünmeleri, geleceklerinde işsiz kalmamaları için … sektörlerine yönelmeleri gerekir. Çünkü CEO’ya göre yakın gelecekte bütün işleri robotlar yapacak ve dolayısıyla istihdam sorunu ortaya çıkacak. Beş yüzyıldır, dünyaya hakim olan ‘realite’ bu saçmalığı üretiyor işte. İnsanın insanı yönetmesi, insanın insanı sömürmesi, insanın doğayı yok etmesi ve bütün bunların bir rıza üretim makinesi içinde işlemesi... Peki bütün işi robotlar yapacaksa insanlar neden çalışmak zorunda? Çünkü o kesif kanun işliyor; verimlilik arttıkça birilerinin kâr oranları düşüyor, dolayısıyla ötekiler açlığa mahkûm oluyor.
İnsanı ve doğayı boğan mevcut dünya ekonominin meşrulaştırılmasının temellerinde yer alan bu saçma fikrin siyasal karşılığı siyasi temsil fikridir ve kanaatimce yüzyılımızın siyasal mücadeleleri bu fikre karşı gelişecektir. Bugün Türkiye’nin içine düştüğü akıl almaz seçim saçmalığına yazının sonunda geleceğim. Ama önce seçimlerin dayandığı siyasi temsil fikrinin ‘bolluk toplumunda istihdam sorunu’ fikrine paralel saçmalığını kısaca anlatmak isterim.
TEMSİL VE DEMOKRASİ İLİŞKİSİ
Temsil klasik demokrasi karşıtı bir fikirdir. Klasik demokrasinin temelinde yöneten ve yönetilenin özdeşliği yatar. Temsilin temelinde ise seçkinlik. Seçim ile seçkin olma arasındaki bağı buradan kavramak gerekir. Yani biri diğerine göre seçilmeye değer olduğu, yönetmeye uygun olduğu için seçilir. Türkçeye Arapçadan geçmiş temsil sözcüğü, adına davranma, resmetme, örnek verme anlamlarında kullanılır ki hepsi siyasal temsilin işlevlerine mündemiçtir.
Siyasal temsil fikrinin icadının da demokrasi ile doğrudan bir bağı yoktur. Hatta bu fikrin ilk sistematik temellendirmesi, mutlak egemenlik düşüncesinin en önemli savunucusu Hobbes tarafından yapılmıştır. Hobbes zor bir soruna çözüm arar. Eğer devlet doğal değil, yapay bir kurumsa; yani insan tarafından yaratıldıysa, insanlar başkaları tarafından yönetilmeyi neden kabul etsinler? Dolayısıyla siyasal temsil fikrinin temelinde insanların başkaları tarafından yönetilmeye rıza göstermesi arayışı yatar. Hobbes bunun nedenini cebri ölüm korkusu ve barış arzusunda bulmuştur. Devlet, içinde yaşayan kalabalığı ‘Bir’ haline getiren, onları birleştiren yapay bir kurumdur. Bu nedenle, magnum opusu Leviathan’ın kapağında insan bedenlerinden oluşan büyük bir beden resmedilmiştir.
Mutlak monarşilerin yıkılmasıyla birlikte siyasi temsil fikri başka bir anlam kazanır. Demokrasinin yöneten ve yönetilenlerin özdeşliği olarak kabulü bu dönemde hâlâ yaygın olarak benimsenmekte ve temsil ile demokrasinin uzlaşmazlığı kabul edilmektedir. Fakat artık bütün uyruklarını temsil eden kralın bedeninin yerini ürkütücü bir ‘çok’luk, halk almıştır. Hobbesçu fikir devreye girer ve temsil halkın birleştirilmesi işlevini görür. Çünkü yönetmek karar almak demektir. Karar almak için de konuşmak gerekir. Halk konuşamaz, ancak temsilcileri aracılığıyla karar verir. Demokrasi karşıtı bu fikir, Amerikan Cumhuriyetçilerinin arzularında kendini açığa vurmuştur: Temsili yönetimin en güçlü cumhuriyetçi örneğini icat eden Amerikan kurucu babaları, “biz demokrasi değil bir cumhuriyet kuruyoruz” demişlerdir. Bu, halk ya da artık temsilcilerinin altında toplanmış bir ‘bir’lik olarak ulusun adına konuşarak karar alacak parlamentoların varlığı demektir. Parlamentoya seçilenler de kendilerini seçenlerin değil, ‘evrensel akıl ve vicdanlarına’ göre karar vereceklerdir… Peki bu saçmalığa insanları ikna eden nedir?
BİR DIŞLAMA PRATİĞİ OLARAK SİYASİ TEMSİL
Siyasi temsilin mantığında ulusun ‘bir’leşmesi vardır. Ulus yöneticilerini seçer ve kendini seçim aracılığıyla onlara emanet eder. Onlar aleni ve rasyonel tartışmalarıyla ulus adına doğru kararları vereceklerdir. Çünkü kişisel ve sınıfsal çıkarlar böyle seçkin kişilerde asla devreye girmez. Peki seçenler kimlerdir? Önceleri vergi veren erkekler, sınıf mücadelesinin kazanımlarıyla yirminci yüzyılda herkes, affedersiniz büyük bir hata yaptım, yalnızca seçmenler.
Anayasalarda sıkça ‘herkes’ sözcüğüne rastlarsınız. Anayasamızda yirmi dokuz yerde geçer. ‘Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.’ Kimdir bu herkes? 1920’li yıllarda seçim usulü üzerine tartışan Birinci Meclis’te Tunalı Hilmi yurttaşların yarısını oluşturan kadınlar, erkekler kadar yurttaş değil midir sorusunu sorar? Yine aynı meclis hazırladığı seçim kanunu taslağında Türkler ve Kürtlerden bahseder. Daha sonra neden kaldırılmıştır ‘Kürtler’ ifadesi? Çünkü temsil ‘bir’leştirme makinesidir. Ülkenin seçkin erkekleri tüm yurttaşların birleştirilmiş bir resmi olabilir örneğin ya da erkek Türkler, kadınları ve Kürtleri de temsil edebilecektir. Herkesten bazıları temsil aracılığıyla hep dışarıda bırakılır. Çünkü ‘bir’ ile özdeşleşmemekte resmin uyumunu bozmaktadırlar.
Açıkça ulusal birliğin sağlanması adına Kürtleri dışlamak için 12 Eylül faşizminin getirdiği yüzde on seçim barajı, 2002 yılında AKP’nin yüzde 34.2 oy alarak 363 milletvekili çıkarmasını, parlamentodaki sandalyelerin yüzde 66’sına sahip olmasını sağlamıştır. Bu da ‘çıkar’larının değil ‘vicdan’larının sesini dinleyen dört milletvekilinin daha bulunmasıyla anayasanın değiştirilebilmesi demektir.
REFERANDUMU BİR DE BURADAN DÜŞÜNMEK
Anayasa Mahkemesi’nde gerçekleştirilen törende Kılıçdaroğlu ve Yıldırım’ın gülümserken birlikte verdikleri poz yukarıda anlatılan saçma fikrin resmidir. Anayasa Mahkemesi Başkanı anayasaya aykırı olarak çıkarılan, daha önceki içtihadında incelemiş olduğu ve son sekiz ayda yüz binin üzerinde insanın hayatını karartan KHK’leri incelemeyeceğini, YSK’nın yasaya alenen aykırı kararı hakkında karar veremeyeceğini söylerken ‘şimdilik başbakan’ın ve referandumu gayri meşru ilan eden ana muhalefet liderinin devlet katında mutlu mutlu gülüşmesidir bu resim.
Özcesi, saf siyasal temsil makinesi irademizi, bizim irademizle sınırlı olmayacak biçimde, yani kendisini seçenlere karşı bağlayıcı bir sorumluluk duymadan çıkarlarına bağlı kalan, para ve iktidar sahipliği dışında hiçbir seçkinlik taşımayan insanlara devretmemizi vazediyor. Temsilin gerçekleştiği seçim usulünü belirleyen hukuk bile çıkar ve pazarlıklar içinde ihlal ediliyor. Eğer buna ikna değilsek ne yapacağız?
YÜZYILIN ÖNÜMÜZE GETİRDİĞİ
Yirminci yüzyılda temsil makinesinin dışladığı, ‘bir’in resminin dışında kalan halk kesimlerinin mücadeleleri söz ve yetki sahibi olma yolunda atıldı. Bugünün ve öyle anlaşılıyor ki içinde bulunduğumuz yüzyılın mücadeleleri, yüzde 99'un söz sahibi olması arzusuyla büyüyecek. Robotlar bütün işleri yapacağı için işsiz kalacağımız fikrini savunanlar, insanların kendi kendini yönetmesine dair fikirden alabildiğine nefret ediyorlar. Çünkü beş yüz yıllık dünya ekonomisi, insanın insanı sömürmesine, insanın insanı yönetmesine ve doğanın boyunduruk altına alınmasına dayanıyor.
2000’lerin başında görünür olmaya başlayan temsil karşıtı güçlü muhalefet Türkiye’de Gezi Parkı’nda kendini gösterdi. Evet daha başlangıçtı, ama bu başlangıcın sonu AKP’nin tek parti rejiminin sonlanması ile eş değil.
Referandum sırasında ve sonrasında yüksek yargının, iktidarın, ana muhalefetin, medyanın ve mevcut siyasal sistem içinde örgütlenmiş bütün öznelerin tavırları temsili düzenin bütün dayanakları ile meşruiyetini yitirdiğini alenileştirdi.
Bundan sonra yapılacak olan meşruiyeti demokratik ilkede aramak, açıkça mafyalaşmış temsili kurumları boşaltmak, yerel düzeyden başlayarak yöneten ve yönetilenler arasındaki mesafeyi kısaltmanın mücadelesini vermektir. Bugünden başlayarak, yarına bitmeyeceğini bilerek.
Not: Şükrü Argın’ın Express’in 150. sayısında yer alan “Temsil açmazı ve biz” başlıklı enfes makalesini anmadan yazıyı bitirdim. Ama not düşmeden edemedim.