Ömrümüzün törpüsü bazı insanlar
O bazı insanlar var ya bazı insanlar… Ömrümüzün törpüsü onlar. Her döneme maksimum uyum sağlayabiliyorlar. Beyaz gömlekten böğürtlen lekesinin nasıl çıkarılacağını da, her durumdan en az hasarla nasıl çıkılacağını da biliyorlar. Kendilerini üzmeden, en az çabayla en olumlu sonuçları elde ediyorlar.
“Hayatımı mahvettin sen, mahvettin! Şeytan! Çek elini, çek üstümden!”
Yaşlı kadın, kendisine sarılan birinden kurtulmaya çalışırken bağırıyordu.
Tüyler ürpertici bir manzaraydı bu çünkü ona sarılan kimse yoktu.
Bekleme odasında dört kişiydik. Sekreter, doktorla bir bakışmayı takiben gerginliğini gizlemeye çalışarak kalktı. Aynı anda ellili yaşlardaki bir kadın da ayağa fırladıysa da yanındaki adamın bir el hareketiyle hemen yerine oturdu. Yerinde tortop oldu daha doğrusu. Adam telaşla yaşlı kadını sakinleştirmeye çalışırken koltuktaki kadın odadaki hacmini azaltmak istercesine, olduğu yerde küçüldükçe küçülüyordu. Asla başını kaldırıp yaşlı kadına bakmıyordu. Yaşlı kadın bağırıyordu: “Belertme öyle gözünü, belertme! Şeytan!”
Bu sahneden çıkarabildiğim kadarıyla ellilerindeki kadın, bağıran yaşlı kadının gelini, adam da oğluydu. Hayatını mahvetmekle suçladığı gelininin bunu hangi yöntemle yaptığını anlamak mümkün değildi.
Aile gidip ortam yatıştıktan sonra kahve içerken “duygular…” dedi doktor. “Bize bunu yapan onlar…” Sonra orada bulunma nedenime geçtik hemen. Yazdığım dizinin ana karakteri bir psikiyatristti. O konuda danışacaktım, az zaman ve sormam gereken bir sürü soru vardı. Yaşlı kadın ve doktorun söylediği cümle görüşme boyunca da, sonrasında da kafamı meşgul etti.
İnsanın içine dokunan bir olayın bu basit açıklaması beni etkilemişti. Duygu dediğimizde ilk akla gelenler sevgi, hayranlık, sevinç gibi hoş şeylerdir. Halbuki öfke, haset, kin de birer duygu. Yaşlı kadın hayatının önceki dönemlerinde daha hoş biriydi belki. Şimdiyse tüm mutsuzluğunu konuyla pek alakalı görünmeyen birine yıkmış, ateş püsküren korkunç bir ihtiyar, bir “gelinminatör”! Duyguların, insana yaşadığını hissettiren nefis yanlarının yanı sıra çok karanlık olabilen başka yüzleri de var. Karanlık duyguların başını küçükken, onlar ruhu ele geçirmeden ezmek gerek. Göründükleri kadar saf, tehlikesiz ve minnoş şeyler değil hep duygular, “bize bunu yapan onlar.”
Her zaman lüzumundan daha duygusal bir coğrafya burası. Gülmekle ağlamanın arasından ok bile geçmiyor. İçinde bulunduğumuz tarzda zor zamanlar da duygunun tavan yaptığı dönemler oluyor. Ülkeyi kıl payı bir farkla, karpuz gibi tam ortadan ikiye bölen bir referandumu geride bıraktık. Ortalama bir günde havada bulunan gerilimle bir köyün elektrik ihtiyacı rahatlıkla karşılanabilir. “Delirdik, deliriyoruz,” lafları çok yaygın ama delirmedik herhalde canım, dur daha.
Çok acayip bir atasözümüz var: “İnsanın alacası içinde, hayvanın alacası dışında,” diye. Sezen Aksu’nun leziz “sen o alacası içinde fesatla hangi günü gün edicen…” sözünden hatırlarsınız, hiç duymadıysanız… İnsan içi dışı bir olmayan hayvandır; ne düşündüğü, ne hissettiği dışarıdan anlaşılmaz manasına geliyor. Şimdilerdeyse, insanın alacası hem içinde hem dışında. Alacadan bol bir şey yok, hayatımız rengarenk.
Kısıtlı ömrümüzde, içinde bulunduğumuz dönem ister istemez en zoru gibi geliyor. Tarih okumak iyi geliyor böyle zamanlarda. Günümüzün popüler, tematik tarih hikâyelerinin bazıları da dahil. Bugünlerde bu türün hayli muzip bir örneğini okudum. Böyle mi Olacaktı? (1), tarihte iz bırakan 13 ayrılık hikâyesini anlatıyor. Şöyle diyor kitabın bir yerinde:
"Bu kitaptan çıkarılacak önemli bir hisse, geçmişin günümüzden daha mutlu olduğunu düşünmenin yanlışlığıdır. Geçmiş dönemlerin kendine özgü bir büyüsü olabilir fakat tarihin büyük kısmı günümüzden çok daha beterdi; anlamsız şiddet, hastalık ve erken ölümlerle doluydu. Geçmişte yaşamışların tattığı mutluluklar, kuvvetle muhtemel bugün doğmuş olanların yaşayacaklarının yanında epey azdı." (s.45)
Kitapta anlatılan hikayeler, bu yazıyı yazmama neden olan savı destekliyor: İnsan her zaman kafayı aşkla ya da öfkeyle, nefretle başka insanlara takma alışkanlığında olan bir yaratık. Sartre’ın meşhur sözündeki gibi, cehennem, başkaları! Mutluluk da trajedi de hep başka insanlar aracılığıyla geliyor. Sosyal medyanın iyice yaygınlaştırdığı deyimle, diyelim, “bazı insanlar”.
O bazı insanlar var ya bazı insanlar… Ömrümüzün törpüsü onlar. Her döneme maksimum uyum sağlayabiliyorlar. Beyaz gömlekten böğürtlen lekesinin nasıl çıkarılacağını da, her durumdan en az hasarla nasıl çıkılacağını da biliyorlar. Kendilerini üzmeden, en az çabayla en olumlu sonuçları elde ediyorlar. Gece yastığa beş kala uyuyup kuş cıvıltılarıyla uyanıyorlar. Nezleleri tam üç gün sürüyor. Sonrasında burunları da pancara dönmüyor çünkü en yumuşak mendili seçip burun kanatcıklarını düzenli kremlemeyi ihmal etmiyorlar. Âşık olma işini bile öyle bir denk getiriyorlar ki seçtikleri zat da tam o anda ve en az aynı miktarda onlara âşık oluyor. Hayatın first class’ında seyahat etseler de içten içe ekonomikler, hiç duygu muygu zayi olmuyor. Aynı esnada hem mağdur hem mağrur görünebiliyor, uçan tekme atarken gülümseyebiliyorlar. En zor parkurları kan ter içinde kalmadan, sağa sola tebessümler saçarak tamamlayabiliyorlar.
İlkokulun ilk gününden hayatın son gününe dek hayatımızda olan kişiler bunlar. Gözleri üstümüzde. Keyfimiz kaçtığında da çaktırmadan izliyorlar bizi, çorabımız kaçtığında da. Neye yenilirsek yenilelim, bir de onlara yenilmiş oluyoruz. İşin fenası ağlarken mendili de ilk onlar uzatıyor. “Yapabileceğim bir şey var mı?” diye soran birinin burnunun ortasına yumruğu indirmek istediği için insan kendini ekstra suçlu hissediyor bir de. Sinsi şeytan!
Her devre uyum sağlıyor bu insanlar ama bir kısmı bunu yaparken “her devrin insanı” tarzında karaktersiz görünmemeyi de başarıyor. Onlar en tehlikeli olanlar. Issız bir adaya düşsek, seni yer, beni yer, ayıyı uyutup bal kovanını alır, deliğinden çıkardığı yılanı boğup kemer yapar, sağ çıkar… “Ağaç oydum, mango kabuğu kemirdim, kameramın merceğini söktüm ateş yaktım, kan kustum kızılcık şerbeti içtim dedim,” der, yine kahraman olur. Onlar birer survivor! Sanki ceplerinde hayat kullanma kılavuzuyla doğmuşlar!
O bazı kişiler, içlerindeki çocuğu hayatın 23 Nisan koltuğuna oturtmuşlar. İşbilir velet daha da kalkmamış oradan! Bizim içimizdeki al yanaklı kerataysa deneme yanılmalara doymuyor. Dizleri hep yara bere içinde. Onların içindeki çocuk ince kaz tüyü mont giyiyor, bizim içimizdeki çocuk, gocuk… Topluca oynarken cam kırılıyor, kucağında topla kalakalan biz oluyoruz. Uygun anda dilimizin ucuna bir türlü gelmeyen cümleler geceleri uykularımızı kaçırıyor. Hayatla asla o bazı insanlar kadar mahir biçimde başa çıkamıyoruz. Sanki doğdukları anda onların kulağına Da Vinci’nin şifresi fısıldanmış da bizim kulağımıza kendini komik zanneden bir akraba aptal saptal bir tekerleme üfürmüş.
O bazı insanlar ellerinde birer çekiç, heveslerimizi de tek tek kırıyorlar düzenli olarak. Yapmadığımız her şeyin ana sorumlusu onlar. Dünyadan yok olsalar ertesi gün pilot olacağız, uçacağız, kimse bizi durduramayacak.
Bu noktada, bazı insanlardan çıkıp bazı gerçeklere gelmekte fayda var. Öncelikle, öyle bir şey yok. Yok valla, maalesef. O bazı insanlar büyük ölçüde zihnimizin bir kaçış fantezisi, bizim abartmamız. Evet bazıları bir şeyleri kendileri açısından avantaja çevirmeye diğerlerinden daha yatkın. Ama kimse her zaman en doğrusunu bilmez, hatasız cool olmaz. Arada bir yalpalamayan, düz yolda düşüp burnu kanamayan insandan olsa olsa seri katil olur. Bazı insanların “bazı olmayanlar”dan en büyük farkı, amaca giden yolda başka insanları o kadar da kafaya takmamaları belki. Her şeyi değil ama bir şeyi, bunu iyi öğrenmişler.
Dertlerin derya olup üstümüze üstümüze geldiği dönemlerde hele, hayatın faturasını “bazı insanlar”a kesmek kolay gelir. Ama hesap er geç başa kalacaktır. Buddha’nın meşhur sözündeki gibi, “öfkeye tutunmak zehir içip bir başkasının ölmesini beklemek gibidir.” Heves dediğin şey de zaten kırılır, gelir geçer, uçar gider. İnsanın öz maddesinden yapılma bir tutkuyu ise kimse kolay kolay kıramaz. Evet herkes şanslı doğmaz, hayat asla adil değildir, bizim buralarda, bu zamanda hele, adalet de kim? Amaca giden yolda amacın kendisinin gerçekçiliği de dahil dünya kadar engel olabilir. Yine de, bir şeyi çok istiyorsak, o uğurda çaba göstermek dünyanın güvertesinde somurtarak çekirdek çitleyip bazı kuşların uçmasını izlemekten iyidir, değil mi?
Hayat kısa, kuşlar uçuyor. Farz edelim ki gemi su alıyor, yolcuların akıl sağlığından endişeliyiz, mürettebata da güvenmiyoruz. Uçmak için tek şansımız bu yaşadığımız dönem ve önümüzdeki hayat. Artık yerimizden kalkıp kanatları açalım mı?
(1) Jennifer Wright, Böyle mi Olacaktı? Tarihte İz Bırakan 13 Ayrılık, Çev. Zeynep Yeşiltuna, Domingo, İstanbul 2017.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI