Milletvekilleri bizi neden temsil eder? Ya da, ederler mi? (I)
Otuz yıl önce üniversitede yan sıramızda oturan ve sivilceleri dışında pek kaygısı bulunmayan bir genç, nasıl olur da TV ekranında bizden ‘milletim,’ ‘halkım’ sıfatlarını kullanarak söz edebilir? Bizler adına konuşma/karar verme yetkisini, o ergene kim, hangi süreçler sonunda vermiş olabilir?
Tanıtmaya çalışacağım kitap, yine unutulmaya yüz tutmuş, belki de kıymeti pek ‘bilinememiş’ olanlardan. Murat Sarıca’nın eseri: Fransa ve İngiltere’de Emredici Vekaletten Yeni Temsil Anlayışına Geçiş. O esnada doçent, Murat Sarıca. Kitap, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi yayını ve 1969 tarihli.
Bu tanıtım yazısında temsilci, vekil, milletvekili dediğimiz insanların bizleri hangi mantıkla temsil ettikleri, neden bizim adımıza konuştukları ve yaşamlarımıza yön verebildikleri üzerinde duralım. Otuz yıl önce üniversitede yan sıramızda oturan ve sivilceleri dışında pek kaygısı bulunmayan bir genç, nasıl olur da TV ekranında bizden ‘milletim,’ ‘halkım’ sıfatlarını kullanarak söz edebilir? Bizler adına konuşma/karar verme yetkisini, o ergene kim, hangi süreçler sonunda vermiş olabilir?
‘Temsil ilkesi’ dediğimiz, o gençlerin yıllar sonra bizlerden ‘milletimiz’ ifadesiyle söz etmesine neden olan karmaşık süreçlerle ilgili bir olgu. Hiç yadırgamayız bir meclisin varlığını, o mecliste dolgun sayılabilecek ücret alan ve çoğunluğu erkek vekillerin bulunuşunu, komisyonları, iç tüzükleri, karar alma mekanizmalarının varlığını, yasama süreçlerini, makamları vs. Hepsi çok doğal görünür gözümüze değil mi? Neden? Tarihte ne oldu da birileri diğerlerinin yaşamlarını belirleyecek ‘sözün’ sahibi oldu? Egemen olan halk değil miydi, nereden çıktı halka hükmeden bu seçkin vekiller? Ve tabii peşi sıra bir diğer soru: Bu şekilde olmak zorunda mı?
Anayasamızda, milletvekillerinin kendilerini seçenlerin ya da seçildikleri bölgenin değil, tüm ‘ulusun’ temsilcisi olduğu belirtilir. Demek ki vekiller, Ahmet ya da Mehmet’in, Malatyalı ya da Sivaslıların değil Türk ulusunun temsilcisi. Ancak bu cümleyi kurar kurmaz birileri çıkıp diyecek ki, "İyi de ben Türkiye’de yaşayan ama Türk olmayan bir yurttaşım." Eyvah, üzerinde düşünmemiz gereken bir eleştiriyle karşı karşıyayız! Bunun yanıtını başka kitap yazılarına bırakalım ve hatta şu soru üzerine düşünmeyi de şimdilik erteleyelim: ‘Milletvekili ile millet’ ilişkisi geçerliyse, örneğin Ağrı’dan ya da Gaziantep’ten seçilen bir milletvekili kendisini seçenlerin değil de Türk milletinin temsilcisiyse, TBMM’nin Dikmen Caddesi'ne bakan kapısı önünde her sabah çeşitli illerden gelen ‘hemşehriler’ neden uzun kuyruklar oluşturuyor?
İşte bu soruların, yöneten ve yönetilen arasında kurulan siyasal/hukuksal bağların, emredici vekâletten temsil ilkesine geçişin öyküsünü, Murat Sarıca’nın kitabında keşfedebiliyoruz. Karmaşık tarihsel ilişkilerin hukuksal gelişmelerle birlikte iç içe anlatımını son derece duru bir dille yapıyor Sarıca. Doğrusu Türkçe’de pek muadili olmayan bir eser.
Malum, bugün bildiğimiz ‘klasik temsili demokrasinin’ hikâyesi, yeni bir sınıfın, burjuvazinin İngiltere’deki doğumuyla başlar. Kralın yetkilerinin yönetilenler lehine sınırlandığı belge olan Magna Carta, 1215 tarihli. Kral ile soylular arasında yapılan bir sözleşme bu. Bizim tarihimizdeki karşılığının 1808’de Sultan II. Mahmut ile âyanlar arasında imzalanan Sened-i İttifak olduğu rivayet edilir. Ancak bu ‘karşılığı’ yanlış değerlendirmemekte yarar var. 1215 ile 1808 arasında köprünün altından çok su akmıştı ve Batı’da merkezi devletlerin güçlendiği, burjuvazinin parlamentolar eliyle hakimiyetini ilan ettiği dönemde Sened-i İttifak, akıntıya karşı kürek çekmekti. Tarihçilerin, Batı’daki gelişimin aksine derebeylerin merkezi devlete karşı kazanımı olan belgeyi ‘ters oluşum’ olarak adlandırmasının nedeni bu.
11-12'nci yüzyıllardan itibaren kalelerle çevrili kentlerde ticaret yapanların giderek palazlanması ve peşi sıra yönetimde söz sahibi olma talepleriyle başlayan macera, toplanılıp konuşulan yerlerde (parlamentolarda) güç kazanmaya doğru evrildi. Burjuvazi, krala gereksinim duyduğu dönemde onunla birlikte feodal beylerin ve kilisenin üzerine gitti. Bir kaç yüz yıl süren mücadele ve savaşların ardından galip gelince sıra hükümdarı alt etmeye geldi. İşte bu ittifak ve zaferler, parlamenter /temsili demokrasilerin doğumunun yapı taşları.
İngiltere’de burjuvazi, egemenliğini bir kaç yüz yıllık ilerlemenin sonucunda aşamalı bir biçimde ilan ederken, Fransa’da 1789’un bahar yaz aylarındaki patlamanın/devrimin sonucunda gerçekleşti. Gerçekleşmeme olasılığı da yoktu doğrusu. İktisadi gücü elinde bulunduranlar er geç siyasal yönetimde hakim olur. Fransa’da 1789’da güç burjuvazinin katmanlarından oluşan ‘üçüncü kümenin’ elinde olmasına karşın, bunlar parlamentodaki diğer katmanların temsilcileriyle eşit konuma sahipti. Ruhbanın ve soyluların temsilcileriyle. Oysa gerek sayı gerekse etki ve toplumsal yükün omuzlanması açılarından aralarında bir karşılaştırma yapmak dahi olanaksızdı. Ayrıca gerek din adamları gerekse soylular, kendi içlerinde de farklı katmanlara ayrılmıştı. Bir başka deyişle, her din adamı ya da soylu, diğer din adamları ve soylular kadar ‘şanslı’ değildi. Bunların sayısı bir kaç yüz bindi ve asıl toplumsal yük 20 milyonun üzerindeki üçüncü küme tarafından taşınıyordu. (Konuya dair çok önemli bir eser olan, rahip Emmanuel-Joseph Sieyès’in ‘Üçüncü Küme Nedir?' başlıklı kitabını bir başka yazıda anlatmaya çalışacağım.)
İngiltere, ‘konuşulan yer’ anlamına gelen parlamentonun bugünkü şekline 14'üncü yüzyılın ikinci çeyreğinde kavuştu. Meclis, din adamlarının, soyluların ve avamın (burjuvazinin) temsilcilerinden oluşuyordu ve söz konusu tarihe dek önce din adamları kendi sorunlarını bağımsızca konuşmak üzere meclisten ayrıldı, ardından soylular avam ile birlikte olmak istemediği için başka kamarada toplanmaya başladı. Sonuç, iki kamaralı (kanatlı) meclis ile speaker’ın (meclis başkanı) ortaya çıkışı oldu. Benzer bir temsil ilişkisi Fransa’da da vardı ve meclisin adı États Généraux (EG) idi. Ruhbanın, soyluların ve üçüncü kümenin temsilcileri.
İngiltere ve Fransa’da kral, özellikle vergiye gereksinim duyduğu zamanlarda temsilcilere ‘danışmak’ için meclislere başvuruyor, vergiye izin/onay istiyordu. Savaşların çokluğu düşünülürse sıklıkla vergi salmaya gereksinim oluyordu haliyle. Yani krallar, yasama organındaki o temsilcilere muhtaçtı. İngiltere’den farklı olarak Fransa’da meclis (EG) vergiye izni çok uzun süreler için vermiş (bu nedenle vergiye izin silahını elinden kaçırmış) ve örneğin EG 1614-1789 arasında toplantıya davet edilmemişti. Tabii meclisin toplanmaması, o esnada artık hakim olmaya başlayan sınıfın burjuvazi olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Nitekim bir buçuk asrı aşkın sürenin ardından topladığında, ‘üçüncü küme’nin temsilcileri millet meclisini ilan etti.
İngiltere’deyse, yukarıda anlatıldığı gibi bu güç transferi bir büyük devrim yerine ve irili ufaklı devrimci atılımlarla gerçekleşti. Burada bizi asıl ilgilendiren konu, o toplantı yerlerinin yani parlamentoların yasama yetkisini ele geçirmesinin, krala verilen vergi izniyle olan ilişkisi. İngilizler’in krala sundukları talep dilekçeleri, bir süre sonra yasa metinlerine dönüştü. Dolayısıyla temsil kurumu, zaman içinde anlam kazandı. Temsilciler krala şunu demiş oluyorlardı aslında: Eğer vergi için izin istiyorsan benim temsil gücümü (sana sunduğum talepleri) kabul edeceksin. Bilinen ifadeyle; ‘no taxation without represantation- temsil yoksa vergi de yok.’ Demek ki meclislere asıl gücünü kazandıran, vergi salma ve tabii bütçe yetkisi. Bunlar sayesindedir ki yasama organları gücünü giderek artırabildi.
Değerli okuyucu, Murat Sarıca’nın kitabından hareketle ele almaya çalıştığım temsil/vekalet ilişkisini tek bir yazıda tamamlamak istersem, okunamayacak ölçüde uzatmış olacağım. Hem Sarıca’nın eserine hakkını teslim etmek hem de otuz yıl önce yanı başlarımızdaki sıralarda oturan o sivilceli çocukların nasıl olup yaşamlarımızı cehenneme çevirme yetkisini/gücünü kendilerinde bulabildiklerini kavrayabilmek için, hiç olmazsa ‘ikinci’ bir yazı gerekiyor...
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI