Bir zamanlar, memleketin birinde…
Bir dönem Wim Wenders, Martin Scorsese ve Jim Jarmush’un çektiği belgeselleri izler, hayıflanırdık. “Bizde olmaz” derdik. Oluyormuş. “Blue”, bize bunu gösterdi. Masal gibi işte…
Başlıktaki ifadeyi, bir Aziz Nesin kitabından aldım. Yazar, “masal”larını derlediği kitaplardan birine bu başlığı koymuş. Oysa ben bugün masal anlatmayacağım ama masal gibi gerçeklerden söz edeceğim. Yaşamayanın “vay be” diyeceği, benim gibi bizzat yaşayanın, “ne günlerdi onlar” diye söz edeceği gerçekler… Bir zamanlar, “memleketin birinde” değil, bizzat bizim memlekette olan şeyler bunlar.
90’lı yılların başı olmalı… Ankara’da, Olgunlar Sokak’taki Sinema Bar’da, dört cevval “genç”ten oluşan bir topluluğu dinliyoruz: Basta Sunay Özgür, gitarlarda Batu Mutlugil ve Yavuz Çetin, davulda Kerim Çaplı’dan kurulu Blue Blues Band. “Sweet Home Alabama”dan “Cocaine”e uzanan repertuvarları muazzam. İcra da öyle: Her biri, enstrümanının efendisi! Vokaller dönüşümlü: Kâh Yavuz söylüyor, kâh Batu. Gecenin en elektrikli anları, davulu çalan Kerim Çaplı’nın şarkı söylediği anlar… Söylemesine bir diyeceğimiz yok ama bu anlarda onunla göz göze gelmemeniz gerekiyor. Gelirseniz, kafanıza bagetlerden birini yeme olasılığınız yüksek. Bunu öğrenene kadar kaç bagetin havalarda uçuştuğunu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Şanslıydık: Birkaç küçük yaralanma ve ufak tefek sıyrıklarla durumu öğrendikten sonra, Blue Blues Band konserlerini başımız önde dinlemeye başladık ve bu tedrisat, Yavuz’un ansızın bu dünyadan ayrılmaya karar verdiği güne kadar aralıksız sürdü. Yok yazılacağız korkusuyla konserlere gitmemezlik etmedik ve her Ankara seferinde ön safta yerimizi aldık. Tek üzüntüm, onları Kemancı’da dinleyememek. Dinledim, şanslıyım ama yeşerdikleri yerde durumu etüt etmek fırsatını kaçırdım. Taşralılığın dertlerinden biri bu: Yetişemiyorsunuz. Onlar gelmeden göremiyorsunuz. Tesellim, görmüş olmak. Gördüğüm tek oluşum Blue Blues Band değil üstelik: MFÖ konserlerinden Yavuz Çetin Band’e uzanan nice konser izledim. Bir kere daha söylüyorum: Şanslıyım.
Hızla on yıl ötesine ışınlanayım… Tarih, 27 Temmuz 2001. Açıkhava Tiyatrosu’ndayız. Sahnede Mazhar Fuat Özkan var. Eşlik edenlerden biri, Yavuz Çetin. O gece öyle devleşiyor ki, durduramıyorlar. Mazhar Alanson, konserin sonunda, “bu gece sahnede MFÖ yoktu, Mazhar Fuat Özkan Yavuz vardı” diyerek onu onurlandırıyor. Bildiğim kadarıyla, onlarla son sahneye çıkışı. Sonrası zaten olamaz çünkü Yavuz Çetin, o yılın 15 Ağustos günü köprüden atlayarak hayatına son verdi. O gece Shaft’ta sahneye çıkacaktı, çıkmadı.
Blue Blues Band’in “asabî” elemanı Kerim Çaplı’nın hayatı, Amerika’dan İstanbul’a uzanıyor. Yavuz Çetin, Samsun’dan İstanbul’a uzanan yolculuğunda kısa süreliğine Bodrum’a uğruyor ama ona İstanbullu diyebiliriz. İkisinin ortak noktası, müziği çok sevmeleri. Hikâye burada başlıyor ve burada sonlanıyor.
Söz açtığım hikâyeyi tüm yönleriyle anlatan bir film, geçtiğimiz haftalarda vizyona girdi: “Blue.” Güverte Film işi “Blue”nun yönetmeni Sertan Ünver. Tek isim zikrediyorum ama arkasında Yekta Kopan’dan Serkan Seymen’e kocaman bir ekip olduğunu bilin. Filmin ana cümlesi, Blue Blues Band. Özneler, Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı. Çetin ister istemez biraz daha ön planda çünkü hem elde bol görüntü var, hem de hakkında konuşacak onlarca kişi… Kerim Çaplı’nın hayattaki kadim ve müzmin yalnızlığı, filme de yansımış. Onu anlatanlar, huysuzluğundan ve yalnızlığından dem vururken bir hikâyede birleşiyorlar –ki filmin sürprizi kaçmasın, spoiler olmasın, bu ağlatırken gülümseten hikâye filmi izleyene kalsın. Sadece şunu söyleyeyim: Deniz Arcak, ondan söz ederken “yeteneğinin bedelini ağır ödedi” cümlesini kuruyor – ki Kerim Çaplı’nın durumunu en iyi anlatan cümle galiba bu.
Anlatanlar, onun Monkees’le buluşmasını ve Jimi Hendrix’le tanışmasını “mucize” olarak nitelendiriyor ancak Çaplı, (Amerika’da “Piano Pasha” olarak ün yapan) babası Erdoğan Çaplı’nın ardında başladığı profesyonel davulculuk hayatını Türkiye’de “profesyonel”olarak sürdüremediği için giderek bambaşka bir noktaya geliyor. Bunu, bugüne dek yalnızlığının başlangıç noktası sayıyorduk ama anlıyoruz ki kökü çok daha eskiye dayanıyor. Amerika’da yapılan röportajlar, bu anlamda, bugüne dek bildiğimiz Kerim Çaplı tarihini değiştirecek katkılarda bulunuyor. Sadece bunları öğrenmek için bile görülmesi gereken bir film “Blue”.
Filmin can yakan sahnelerinden biri, Kerim Çaplı’nın “mezar”ının gösterildiği sahne. Üstat, Beykoz’daki Yenimahalle Mezarlığı’nda, Yavuz Çetin’in az ilerisinde, bir toprak yığınının altında yatıyor. Yazık ki bir mezarı ve mezar taşı yok. Bu, yalnızlığının simgesi. “Keşke böyle olmasaydı” cümlesi, film boyu kurduğumuz cümlelerden biri ama en çok bu sahnede içimize oturuyor.
Yazının başında, “masal gibi” gerçeklerden söz edeceğimi söylemiştim: ‘90’lı yıllardaki rock ortamı bu. Yaratanlar, bin güçlükle ve ilmek ilmek işleyerek kurmuş. Şahidi olduğum için şunu söyleyebiliyorum: Kurdular. Onca güçlüğe rağmen bugünün çok ilerisinde ve bugünkü ortamın hazırlayıcısı aslında. “Blue”ya biraz da bu açıdan bakmak gerekiyor: ‘90’lı yılların belgeseli bir yandan da. Aylin Aslım’dan Gür Akad’a, Teoman’dan Taner Öngür’e icracılar, Çağlan Tekil’den Güven Erkin Erkal’a işin tarihini yazanlar yani tanıklar, Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’yı anlatırken bir yandan dönemi anlatıyorlar.
Şunu söylemek isterim: İçinde olduğum, bir nebze de olsa katkıda bulunduğum için gurur duyduğum işlerden biri “Blue”. Hadi itiraf edeyim, orada olmasaydım kıskanırdım! İçinde olduğum için değil, çok severek izlediğim için bu yazıyı yazıyorum. “Blue”, üçüncü haftasında gösterimde ve salonları doldurduğumuz sürece bu böyle devam edecek. Bir müzik belgeselinin bu kadar süre vizyonda kalması ne demek, biliyor musunuz? Yine izninizle kendimden örnek vereceğim: Bugüne kadar onlarca belgesele konuştum, bir – iki örnek hariç hiçbirini seyredemedim. Seyrettiklerim de ya televizyonda karşıma çıktı ya da özel gösterimlerde. Kendimi, hem de sinema perdesinde seyredebildiğim tek belgesel “Blue.” Eksikleri, tartışılacak yönleri elbette var, bunları nasılsa konuşuruz, tartışırız. Önce seyredelim ve diğer belgesellerin yolunu açalım.
Bir dönem Wim Wenders, Martin Scorsese ve Jim Jarmush’un çektiği belgeselleri izler, hayıflanırdık. “Bizde olmaz” derdik. Oluyormuş. “Blue”, bize bunu gösterdi. Masal gibi işte…