Referandum tartışmaları 15: 'Sağ ve sol kavgası'
"Giderek oy oranlarını artıran ve siyasette belirleyici konuma ulaşan aşırı sağ partiler, Avrupa'nın sosyo-politik hayatını esir alıyor." Bu sözleri şimdilik bir kenara not edin, söyleyene ve bağlamına daha sonra döneceğim.
Referandum sonucuna ilişkin tartışmalar ve daha çok hayır tarafında başlayan "bundan sonra ne yapmalı" alıştırmaları, hayli eski bir tartışmayı yeniden ateşledi: "Sağ - sol kavramları ne anlatıyor, olanı ne kadar açıklıyor? Bunlardan kurtulursak siyaset gül bahçesine dönecek mi?"
Tartışmanın bir başka güncel ayağı da Fransa Cumhurbaşkanı seçilen Macron'un, kendisini bu kavramların dışında tanımlaması. Gerçi Macron kavramları değil, kendi pozisyonunu anlatıyor ama olsun. Meselenin bu tarafı bizde belki Fransa ve Avrupa'dan bile daha çok ilgi gördü.
Bu köşede ve genel olarak "birinci tekil" yazmayı tercih etmiyor olmamama rağmen, gerekçeleri sıraladıktan sonra, varacağım yeri baştan söyleyeyim: Ben reel siyaset analizlerinde sağ - sol kavramlarının, çoğu haklı eleştirilere konu olan "sorunlarına" rağmen, hâlâ gayet açıklayıcı olduğunu düşünüyorum, kullanıyorum ve kullanacağım. Nasıl solcu, neresi sağcı, başka neci gibi soruları da elbette unutmuyorum.
Uzun ve çetrefil bir mesele bu. Teorik, tarihsel pek çok problemle karmaşık kesişmelere sahip. Her şeyden önce bir soyutlama, bir genelleme olduğu için, bütün soyutlama ve genellemelerde olduğu gibi, yetersizlikleri var. Özgün koşulları nedeniyle, bu ülkedeki politik aktörlerin kavramların orijinal içeriğini ne kadar karşıladığı da son derece değerli tartışmaların konusu.
Siyaset biliminde 250, Türkiye'de 50 yıldır kullanılan, en eski ve temel çatışmayı açıklamaya çalışan bu kavramlar, her şeyi olmasa da epey şeyi açıklıyor. Ayrıca bu kavramların yerine önerilenler -kıyas kabul etmez biçimde- hiç ikna edici değil, açıklayıcı olmanın da çok uzağında.
Kaynak hadise malum: Fransız Devrimi dolaylarında mecliste eşitsizliğin normal (ve adil) olduğunu iddia eden monarşistler sağda, eşitliğin doğal (ve etik) olduğunu söyleyen cumhuriyetçiler solda oturuyordu. Sanılanın aksine tanım, solu değil sağı önce işaret etti. Solu tanımlayan da, "koruyacak şeyleri olanların" korktuklarıydı.
Ayrımı belirleyen kimlik farkları da, zihniyet dünyasının din, milliyet, örf gibi muhafaza edilecek "hazır" kaynaklara mı, yoksa modernlik, demokrasi, laiklik gibi değişim odaklı "kurulması gereken" kavramlara mı yaslanacağıydı. Ve elbette bunları biçimleyen sınıfsal arka planları.
Türkiye'deki siyasal pozisyonların oluşumunda, bu tercih -çıkar ve algı- kimlik farkları ve sınıfsal arka plan tam örtüşmediğinden tartışma uzayıp gidiyor. Özellikle sağcılar ve sağ liberaller sağcılığı kendilerine isim olarak hiç yakıştırmıyorlar. Fakat aynı kesimler kavramın tersini, solculuğu bir aşağılama sıfatı olarak rahatça kullanabiliyorlar. Fakat pozitif vurguyla kullanılmasını neredeyse yasaklamak istiyorlar.
Güncellenen tartışmada zaman zaman teorik referanslara başvurulsa da, "artık açıklamıyor" denilerek daha çok pratik gerekçeler öne sürülüyor. Dünyadaki neoliberal rüzgarların eşliğinde, Özal döneminde hayli yatırım yapılan "ideolojiler öldü" söyleminin yeni versiyonu tedavüle giriyor.
"Kimse kendini böyle tanımlamıyor" da sık başvurulan bir argüman. Ancak kavramlar seçilen isimler değil. Sadece kendimize ne dediğimizle tanımlanmıyoruz. "Fransa'da aşırı sağ oyunu iki katına çıkarttı" dediğimizde herkes denileni anlıyor, kimse birkaç milyon Fransızın "ben aşırı sağcıyım" diye sokaklarda koştuğunu düşünmüyor.
Çatışmalar bitmeden, çatışmayı tartışan kavramlar neden ölüyor onu da anlamak güç. Ama daha anlaşılmaz olan, Türkiye'deki siyasi yelpazeyi ve oy verme davranışlarını bir zamanlar tanımlamaya yaramış olan bu kavramların, bu kalıplar neredeyse hiç değişmediği, hatta daha arkaik versiyonları türemişken, neden birden kullanışsız olduğu. Avrupa siyasetinde kullanılabilir olan, Türkiye hangi ileri politik aşamada olduğu için artık açıklayıcı olmuyor?
Bu uzun girişin ardından girişteki alıntıya geri dönelim. "Giderek oy oranlarını artıran ve siyasette belirleyici konuma ulaşan aşırı sağ partiler, Avrupa'nın sosyo-politik hayatını esir alıyor" sözlerinin sahibi Cumhurbaşkanı Erdoğan. 9 Mayıs Avrupa günü dolayısıyla yaptığı konuşmada söyledi bunları.
Yetinmedi, Avrupalı liderleri "bunlara" karşı Avrupa değerlerini yeterince savunmadıkları için uyardı. Türkiye ile ilişkileri "sağcılar zehirliyor" dedi ve Türkiye'nin Avrupa üyeliğinin stratejik hedef olduğunu ekledi. Neresinden tutmak lazım?
Geçen haftaki yazının sonunda değinilen, Erdoğan'ın "Artık bir realite olarak AK Parti tarzı siyaset vardır. Literatüre girmiştir. Gelecek nesiller için kavramsal çerçeveye oturtulacaktır” sözlerinden devam edip, kavramsal katkı tarafından iki laf daha edelim. "AKP tarzı siyaset, aşırı sağcı popülizmin dibidir. Erdoğan bir süredir (bence hayli eskiden de) ne yapıyorsa işte sağcılık tam odur." Elinde damgayla gezip, kendine isim beğenememektir.