Kaygı: Bir direniş mekânı olarak hafıza
Toplumsal hatalarımız ve acılarımızla yüzleşemezsek, tarih acılı bir tekerrürden ibaret olur. Bu anlamda en geniş anlamıyla sanatsal üretim, ama ondan da önce hafıza, bir direnme mekânı. Hatırla.
“Bu karanlığı tanımlayacak bir kelimemiz yok. Gece değil, cehalet de değil. Zaman zaman her birimiz bu karanlığın içinden her şeyi görerek geçeriz: o kadar çok şey görürüz ki hiçbirini ayırt edemeyiz. Bunu benden daha iyi bilirsin, Marisa. Her şey içeriden gelir.”
John Berger, Sanatla Direniş’te, mağara resimlerindeki karanlığı bu sözlerle tarif ederken içinde bulunduğumuz çağı da anlatıyor aslında. Zamanın hızı ve öğütücülüğü içinde durmaksızın çakan flaşlar gibi gözümüzü kamaştıran imge ve haberler, bizi her şeyi görme yanılsaması içinde burnumuzun dibini bile göremediğimiz kör ve unutkan bir şimdiye hapsediyor.
Günümüzün yaygın mottoları hep anı yakalamaya, günü kaçırmamaya, saniyeye tırnak geçirmeye dair. Kişisel gelişim kitapları, filmler, TV dizileri, şarkılar hep “şimdi”nin ipine sıkı sıkı sarılmamızı öğütlüyor. Kağıt üstünde iyi fikir bu. Sahip olduğumuz tek hayatı karton kutunun dibindeki meyve suyunu pipetle dip kıyı sömürürcesine maksimum hazla tüketmeye çalışmanın cazip bir yanı var. Ama hayat bir kelime değil, bir cümle. “Şimdi”, bir paket halinde geliyor. Geçmeyen geçmişin tortusu ve gelmemiş geleceğin kaygısıyla yüklü bir paket. Bastırdığın anılar ve yüzleşmediğin acılar seni kurar. Hatırla.
Walter Benjamin’in Son Bakışta Aşk’ta dediği gibi, eskileri kuşatan havanın soluğu bize değip geçiyor ve kulak verdiğimiz seslerde artık susmuş olanların yankısı var. Şahsi olarak yaşadıklarımızdan ders çıkaramazsak hep aynı hataları yaparız. Toplumsal hatalarımız ve acılarımızla yüzleşemezsek, tarih acılı bir tekerrürden ibaret olur. Bu anlamda en geniş anlamıyla sanatsal üretim, ama ondan da önce hafıza, bir direnme mekânı. Hatırla.
İçinde yaşadığımız şehirler gibi zamanın da inşaat gürültüsü hiç bitmiyor. Büyük gürültü bizi denetlenmiş bir anlatının sınırları içinde, başımız ekranlarımıza sabitlenmiş ve bir ölçüde “ayakta uyur” halde tutuyor. Bu hengamede bir şeyler yaptığımızı, olan bitene duyarsız kalmadığımızı hatta yaşadığımızı düşünmek bile çoğu kez bir kandırmacadan ibaret. Yaşamak, günü geçirmek değil çünkü. Hatırla.
Ceylan Özgün Özçelik, dünya prömiyerini yaptığı Berlinale’de ilgiyle karşılanan, Amerika’da South by Southwest Film Festivali’nde öne çıkan kadın yönetmenlere verilen LUNA Gamechanger Ödülü’nü alan ilk uzun metrajlı filmi Kaygı’da, bir direniş mekânı olarak hafıza üzerine çarpıcı bir hikâye anlatıyor. Şahsi tarihle ülke yakın tarihinin iç içe geçtiği bir labirentten çıkmanın tek yolunun hatırlamak olduğu bu çok katmanlı hikayenin ana karakteri, bir montajcı. Tek TV adlı bir televizyonda belgesel kurgusu yapan, otuzlarında, işine bağlı, kendi halinde bir kadın, Hasret. Yıllar önce bir trafik kazasında yitirdiği anne ve babasına dair bazı şüphe verici anılar zihnini meşgul ederken belgesel biriminden alınıp haber montajına getirilmesiyle işler Hasret için yavaş yavaş çığırından çıkmaya başlıyor.
Böyle bir hikâyenin ana karakterinin montajcı olması hiç de tesadüfi değil. İki açıdan: İnsan zihni uykuda bile vızır vızır çalışan bir montaj stüdyosu. Kesiyor, siliyor, bastırıyor, hoşumuza giden anıları parlatıp gitmeyenleri çöpe atıyoruz. Hatıralar bu anlamda göründüğünden çok daha “kurmaca” şeyler. İkincisi de gerçeklik iddiasındaki haberlerden doğa belgesellerine kadar izlediğimiz her şey, hem dramatik kurgu hem de post prodüksiyon anlamında, birer montaj ürünü.
“Günbegün bütün dünyada medya ağı gerçeklerin yerine yalanları koyuyor. En başta siyasi ya da ideolojik yalanlar yok (onlar sonra geliyor), insan hayatının ve doğal hayatın aslında neden oluştuğuna dair görsel, somut yalanlar var. Bütün yalanlar tek bir devasa sahtekarlıkta toplanıyor: hayatın kendisinin bir meta olduğu ve onu satın almaya gücü yetenlerin, tanımı gereği onu hak edenler olduğu varsayımı! Çoğumuz bunun yanlış olduğunu biliyoruz ama bize gösterilenlerin pek azı direncimizi güçlendiriyor.”
Berger, her zamanki leziz “hoşbeş” üslubuyla mağara resimlerinden Mısır’daki Feyyum portrelerine, Frida Kahlo’nun, Degas’ın resimlerine ve Antonioni filmlerine uzanan bir yelpazede, işte bu mahkum edildiğimiz “şimdi” çöplüğüne sanatla direnmenin yollarını tartışıyor. Geçmişin gereksiz kılındığı, geleceğin önemsizleştirildiği günümüzde, medyanın insanı çoğu yüzlerden oluşan bir imgeler sağanağına tuttuğunun altını çiziyor. “Olabildiğince yüksek sesle nutuk atacak imgeler” arasından seçilen bu yüzlerin amacı, bir cazibenin hemen bir öncekini bastırarak devre dışı bırakmasını sağlamak. Böylece insan, canlı olduğunun kanıtı olarak bu gayri şahsi sese bağımlı hale geliyor.
Bu nutuk atan imgeler çağında, şahsi hayatımızda olan bitenlerle TV ya da sosyal medya haberlerine gösterdiğimiz tepki bir yanıyla birbirine benziyor. Sözgelimi bir aşk bitince çoğunlukla gerektirdiği yası çekmeyi reddederek hemen önümüzdeki maçlara bakıyoruz. Kendi hayatımıza tavrımız buyken “başkaları”nın acısına karşı haliyle çok daha hızlı ve acımasızız. Oğlunun kemiklerini alabilmek için seksen küsur gündür açlık grevinde olan yetmiş yaşında bir baba, vizyon filmleri, kedi videoları ve günün şakaları art arda önümüzden geçiyor. Üzüldüğümüzü algılayamayacak kadar bir sürede üzüntümüze dair bir tweet atıp sonraki habere geçiyoruz.
Sosyal medya birçok anlamda nimet ama insani hırslara “RT hırsı” denen yeni bir sürüm eklediği de bir gerçek. Bu etkileşim bağımlılığının da etkisiyle her çeşit dezenformasyon, bazı haberlere ulaşmanın tek kaynağı olan sosyal medyayı da ele geçirmiş durumda. İztuzu’nda Caretta yumurtalarının çalındığı haberi geliyor, dehşete kapılarak “nasıl bir manyak bunu yapar?” diye tweet atıyoruz. Ertesi gün bu tweeti atan hesabın sahte olduğunu anlatan bir yazı okuyup bu kez de aynı tür bir tweeti bu hesap için atıyoruz. Herkesin yumuşak karnı, hazırlıksız anı var, herkes sahte haberle avlanabiliyor.
Sosyal medyayı kullanmayan azımsanmayacak bir kesim içinse bu haberler zaten yok bile. Açlık grevinde günden güne eriyenler, “ekmek almaya giderken ölen çocuk”, Suruç’a oyuncak dağıtmaya gidip patlamada ölen gençler başlarına gelenleri hak eden, beyni yıkanmış düşman ötekiler. Onlar “ne görüyorsanız o, ne duyuyorsanız o” diyen Tek TV’yi izliyor.
Hasret, işte bu çoğu yalan dolan haberleri montajlamak zorunda kaldığında, kafasındaki sesler artık susturulamaz hale geliyor. Bastırdığı anılar, sürgit bir dönüşüm halindeki kentin gürültüleri arasından çatlaklar bulup yükselerek matkap gibi zihnini delmeye başlıyor. Bu zorlayıcı sesin izinde çıktığı yürüyüşlere bir köpek eşlik ediyor.
“Bu resimlerin her birinde en az bir köpek var, orası kesin. Belki de sadece cazibeyi artırmak için kullanılan bir süs. Ama aslında köpekler bir kapıyı açmak için bir anahtar sunuyorlar. Doğrusu, bir bahçe kapısını- çünkü burada her şey dışarıda, dışarıda ve uzakta.”
Berger’in kitabında Finlandiyalı fotoğrafçı Pentti Sammallahti’nin resimlerinden bahsettiği denemedeki “köpek”in bu filmde de çok benzer biçimde karşımıza çıkması bana çarpıcı geldi. Özçelik’in filmi bunun gibi pek çok yerinde imge ve ince detayla bizi evreninin içine alıyor.
“Duvarlar sıcak… Duvarlar çok sıcak…”
Film boyunca Hasret’ten duyduğumuz bu cümle, anne babasına dair flashbacklerdeki serimlemelerle birleşerek bize finale dair sağlam bir ipucu sunuyor aslında. Yine de oldukça sarsıcı bir finalle yakın geçmişimizin en can yakıcı travmalarından birine Hasret’le beraber varırken unutkanlığımız tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Her yıl dönümünde andığımız bu olayın dehşetini aslında büyük ölçüde bastırmış olduğumuzu fark ediyoruz.
Kaygı, bir psikolojik gerilim ama hem teması hem de bakış açısıyla bir politik gerilim de aynı zamanda. Her iki anlamda da sinemamızda örneğine az rastlanan bir türde (son yıllardan hatırladığım çarpıcı diğer örnek Emin Alper’in Abluka’sı) heyecan verici, güçlü bir ilk film. Özçelik’in tercihlerini sorguladığım başlıca kısım, filmdeki distopik atmosferi ve merakı daha güçlü kılabileceğini düşündüğüm gerilimin atmosferden değil ama olay örgüsünden bir ölçüde dışlanmış olması. Finale giderken Hasret’in günlerini evde geçirerek evdeki nesne ve fotoğraflar arasında kendi “hafızasını yeniden doğurduğu” kısımda hele, onun dünyası ve psikolojisine hapsoluyoruz tamamen. Karakterin anne babasına gerçekte neler olduğuna dair hatırlaması daha somut bir araştırma süreciyle desteklenseydi, merak öğesi güçlenebilir, politik düzey de daha katmanlı hale gelebilirdi. Bu anlamda oldukça stilize ve “kapalı” bir film olmasının yanı sıra çok sevdiğim bir oyuncu olan Algı Eke’nin sempatikliği ve güzelliğinden de yararlanmıyor film. Ancak bunlar birer eksiklik değil, tercih olarak geçiyor. "Polisiye" bir meraktan, cinsellikten, hatta son dönem örneklere oranla küfürden bile uzak, fazlaca sade bir izlekte hikayesini ilerletmeyi tercih ediyor. Ama bunca cazibe olanağından yararlanmadığı halde de bir buçuk saat bizi sıkmadan bu dünyanın içinde tutarak sözünü söylemeyi başarıyor. Hiç de azımsanacak bir başarı değil bu da.
Bu hafta Başka Sinema’da gösterime gören filmi mümkünse gündüz seansında izleyin, çıkınca yüzünüze çarpan güneş filmin etkisini pekiştirecek. Kaygı sırf cesur ve güçlü bir kadın yönetmenle tanışmak için bile izlenmeye değer ama kuşkusuz bundan çok daha fazlası. Yakın geçmişin travmaları ve bugüne, geleceğe dair kaygılarımızla da bizi yüzleştiren yenilikçi, iyi bir film. Bir direniş mekânı olarak hafızanın ve sanatın gücünü daha çok hissettiğimiz günler dileğiyle…
*Kaygı (Inflame)
Senarist ve Yönetmen: Ceylan Özgün Özçelik
Oyuncular: Algı Eke, Özgür Çevik, Kadir Çermik, Selen Uçer, Boncuk Yılmaz, Asiye Dinçsoy, Nazan Kesal, Taner Birsel.
Yapım: 2017, Türkiye
** Sanatla Direniş, John Berger, Çeviren: Aslı Biçen, Metis 2017, 186 sayfa.
*** Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Çev: Nurdan Gürbilek, Metis 2014, 192 sayfa
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI