Referandum tartışmaları 16: Kim daha özgür?
Bir adım geriye çekilip bakınca, Kemal Gün, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça mı özgür, kendini onların yaşadıklarını/yaptıklarını hafifletmekle görevli hissedenler mi? Hapisteki gazeteciler mi, yenilerinin alınması için işaret edenler mi? Bu soruların cevabı çok kolay.
Her alanda kalınan yerden devam ediliyor. Yargı tarafında; "uydurulmuş suçlarla", artık adaletin değil aklın sınırlarını zorlayan kararlarla, gözaltılar, tutuklamalar ve mahkumiyetler uygulanıyor. Hapishanelerde, karakollarda ve sokaklarda insan hakkı ihlalleri artarak devam ediyor. Oğlunun kemiklerini almak için açlık grevi yapana para cezası, işini isteyeni destekleyene gözaltı. Kişiselleşmiş iktidarın fütursuz örnekleri, "kitabına uydurma" çabasına bile girilmeden işleme konuyor. Partili hakimler göreve başlıyor, liyakat değil "yakınlık" makam ölçütü sayılıyor. Ekonominin seyrinde değişiklik yok: Enflasyon, işsizlik, cari açık, gizli faiz artıyor; istihdam seviyesi, büyüme oranı, ekonomik canlanma artmıyor. Dış politikada da durum hiç parlak değil. Çin'den Amerika'ya gidilen uzun yollar sonucu değiştirmiyor, altı kırık sepetlerde yumurta durmuyor. Fotoğraf albümünü zenginleştirmek zevahiri kurtarmaya yetmiyor.
Bunlarda büyük sürprizler yok. Zaten olmakta olana, olanın beterleşmesine, kalıcılaşmasına itiraz eden hiç de az olmayan kalabalık bunun için hayır dedi. Zaman zaman "referandum tartışmalarında" da gündeme geldiği üzere, itiraz edenler, hayır diyenler "yöntemsel" kafa bulanıklıkları yaşasalar da, dozu ve hedefi bazen şaşırsalar da, 16 Nisan'ın öncesi ve sonrası açısından durdukları yeri sorgulayacakları bir durum yok. Şaşkınlık ve bozulma fazla derinde değil daha yüzeyde. Baskı koyulaşsa da, alanını genişletse de, sıkıntılar derinleşse de, hayır tarafında referandum öncesine göre daha umutsuz bir ruh hali de yok aslında. Referandum öncesindeki tablo hatırlanınca, hissiyat kıyas kabul etmez biçimde daha olumlu. Hatta yalpalamaların, saçmalamaların bir kısmı fazla ve aceleci bir umuttan sanki. CHP'de yaşananları ve "böyle bir şey olabilir mi?" dedirten gelişmeleri biraz iyimser zorlamayla "kendine gelme hali" gibi görmek bile mümkün.
Asıl artacak, büyüyecek, giderek can sıkacak, çürütecek şeyler ve bunların beslediği derin "geleceksizliklik" hissi, daha çok diğer tarafta. İlk bakışta saçma gibi geliyor; durumunu değiştirmeyenin, pozisyonunu korumuş görünenin rahatının yerinde olması, "tehlike geçtiği için" huzura ermesi beklenir. Ama kazın ayağı öyle değil. Çünkü, "totalitarist hareketler" önce ve aslında yalnızca kendini destekleyenlerin, suç ortağına çevirdiği (zorladığı) taraftarlarının "özgürlüğünü" alıyor. Görünüşte, "ötekileri" hapsediyor, kuşatıyor, sıkıştırıyor ama itiraz etmeyi sürdürenlerin özgürlüklerini aslında alamıyor. Referandum sonucu itibarıyla özgürlüğünü kaybeden ve bunu giderek daha çok hissedecek olan, evet diyenler. Basit bir "tatava etme bas geç" meselesi değil yaşadıkları. Yanlış olduğunu açıkça bildikleri ve gördüklerini savunmak zorunda bırakan anafor iradelerini emiyor. Adaletsizliği desteklemek (sessiz kalmak), yapandan fazla "gerekçe" bulmak zorunluluğu, bitmeyen "kendini ikna" mecburiyeti demek.
Muhalefet edenler, itirazı olanlar söyleyemedikleri, söyledikleri nedeniyle maruz bırakıldıkları, seslerini duyuramadıkları için acı çekiyorlar. İktidara mecbur olanlar ise, giderek daha fazlasını söylemek zorunda olmanın yükü altında eziliyorlar. Bu yüzden; vatandaşı haksızlık yapan devlete karşı korumak için kurulan yüksek mahkemenin başkanı, peşin ve toptan "devlet haksızlık yapmıyor ki" şeklinde ihsas-ı rey açıklıyor. Bu yüzden; meslektaşlarını hedef göstermiş gazeteci veya hakkını canıyla savunanlarla alay eden yazar, hamaset ipine sarılarak gerekçe üretmek için çırpınıyor. Bu yüzden, "yeterince yandaş olamamak" korkusu, açıkça karşı olmanın risklerine giderek daha fazla yaklaşıyor. Haksızlıkları bilerek ve isteyerek en görünür biçimde hayata geçiren iktidar, bu haksızlıkları desteklemenin veya suskunluğun da aynı kabalıkta ve açık seçiklikte olmasını istiyor. Muhaliflerine yapabildikleri, taraftarlarına yaptırabildikleri ile yarışır hale geliyor.
Bu potansiyel sıkıntının, giderek daha görünür olan ve baş etmesi zorlaşan sıkışmayı toplumun vasıflarıyla ilişkilendirmek ve sadece iktidarın "sadakat" beklentisine bağlamak zor. Gönüllü bir tarafı var işin. Ancak, seçilmiş olsa da mecburiyetin yükü değişmiyor, hatta artıyor. Konunun iktidarın çizgisinde yaşanan değişimle de açıklanması isabetli görünmüyor. Çünkü, "iktidar projesi" olarak üretildiğindeki fabrika ayarları da pek düzgün sayılmaz. Yaşananlar biricik ve sadece buraya özgü de değil. Farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda da benzerleri (hatta daha güçlü) desteklendi. Kollektif tatmin sürdükçe ve sürükleyen akıntının debisi artıkça da destek devam etti. Akıntı, kendini bırakana yaşattığı hafiflik ve götürdüğü "gelecek" kadar taşıyıcı olabiliyor. "Bize karşı olanları ilerde daha çok döveceğiz" vaadi, sürükleyici bir gelecek hikayesi değil, üstelik artık sürekli kürek çekmek gerekiyor.
Bir adım geriye çekilip bakınca, Kemal Gün, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça mı özgür, kendini onların yaşadıklarını/yaptıklarını hafifletmekle görevli hissedenler mi? Hapisteki gazeteciler mi, yenilerinin alınması için işaret edenler mi? Bu soruların cevabı çok kolay. Zaten bu yüzden çıkan sesin büyüklüğüne değil, o sesin varlığına bu kadar öfke. Yüz yüze kalınan şeye tahammül edilemiyor, yüz yüze bırakana saldırılıyor. Verilen tepkilerin dozu, "iktidar" diyen evet tarafındaki sıkıntının, "siyaset" diyen hayır tarafına göre daha derin olduğunu düşündürüyor. Diğer bütün faktörleri dışarıda bıraksak bile, giderek tabana doğru yayılacak bu gerilim sanılanın üzerinde enerji emdiği için, yapay istikrar sürdürülebilir olmaktan uzaklaşıyor. Siyaseti bir "özgürlük eylemi" olarak görenler oldukça bu çatlak daha da genişleyecek.