Seçtiğimiz milletvekilini neden ‘pişmanım’ diyerek geri çağıramıyoruz? (2)
Hakikaten, seçtiğimiz ya da seçtiğimizi varsaydığımız insanları neden görev süreleri içinde ‘bizzat’ kontrol edip hesap soramıyoruz? Bir sonraki seçime dek katlanmak zorunda kalışımızın ‘kuramsal’ bir gerekçesi var mı?
Murat Sarıca’nın geçen hafta anlatmaya başladığım ‘Fransa ve İngiltere’de Emredici Vekâletten Yeni Temsil Anlayışına Geçiş’ adlı kitabından, devam...
Başlığı okuduğunuzda muhtemelen ‘Biz kimi seçtiğimizi bilmiyoruz ki, vazgeçip geri çağıralım’ diyeceksiniz. Haklısınız, ancak şimdi konumuz, sizin temsilcilerinizi ‘aslında’ seçemiyor oluşunuz değil. ‘Bir kez seçtin, üç beş yıl katlanacaksın’ kuralının tarihsel kökenleri.
Hakikaten, seçtiğimiz ya da seçtiğimizi varsaydığımız insanları neden görev süreleri içinde ‘bizzat’ kontrol edip hesap soramıyoruz? Bir sonraki seçime dek katlanmak zorunda kalışımızın ‘kuramsal’ bir gerekçesi var mı? Neden, üstelik büyük çoğunluğu son derece sevimsiz erkeklerden oluşan vekil topluluğu, seni beni değil de, ‘ulusu’ temsil ettiğini iddia eder? Onları seçen ‘halk’ ile temsil ettiklerini iddia ettikleri ‘ulus’ kavramları arasında bir fark var mı?
Günümüzde, ‘seçilen’ vekillerin onlara vekâleti verenlerle kurdukları bağ, yüzyıllar içinde doğan ilişkilerin sonucu. O ilişkilerde değişiklik oldukça, kuşkusuz ‘asil’ ile ‘vekil’ arasındaki ilişki de dönüştü, dönüşüyor, dönüşecek. Hâl böyleyken, umuyorum ömür sürelerimiz içinde temsil biçimlerinin yeni baştan kurulduğunu görürüz. Dört beş asır önceki sınıf mücadelesi ile üretimin biçimi ve gelişmişlik düzeyinin sonucu olan yapıların/ilkelerin; iletişim devriminin her şeyi büyük bir hızla alt üst ettiği günümüzde ‘aynı’ kalma olasılığı yok. Fakat şu anda elimizde başka bir şey olmadığı, ötesini düşünemediğimiz için hâlâ milletvekilliğine, meclislere, siyasal partilere vs. fazlaca önem atfediyoruz.
Murat Sarıca, çalışmasının merkezine temsili demokrasiye geçiş aşamalarını yerleştiriyor. Bunu yaparken İngiltere ve Fransa’yı ayrı başlıklar altında ele alıp ‘özgünlüklerini’ belirgin biçimde resmediyor. Bu önemli, zira örneğin Fransa için son derece başat olan ‘ulusal egemenlik’ ilkesi, İngiltere’de temsil ilkesinin doğuşu açısından hemen bir şey ifade etmiyor. Ulus kavramı, Fransa’ya özgü ve Fransız burjuvazisinin siyasal gücü bir devrimle ele geçirişinin ideolojik kılıfı konumunda.
Ne demektir ideolojik kılıf? Egemenliğin kaynağına dair bir tartışmadan, yanıttan söz ediyorum. Fransız Devrimi'ne dek egemenliğin kaynağı gökyüzündeydi, yani Tanrı’ydı. Devrim bu kaynağı değiştirdi ve Tanrı’nın yerini, ‘ulus’ yani ‘millet’ aldı. İki soyut kavram. Ulus, bir ülkede yaşayanların ‘ölmüşlerini’ ve ‘doğacaklarını’ içerir. ‘Türk ulusu’ ya da ‘Amerikan ulusu’ denildiğinde kastedilen yalnızca ‘yaşayanlar’ değil; o yaşayanların ‘öncesi’ ve ‘sonrasıdır. Biraz daha açalım:’
Murat Sarıca, büyük dönüşümün yaşandığı 18'inci yüzyılda hakim olan ‘halk’ anlayışı ve Fransız devrimcilerinin anayasalarında kullandıkları ‘ulus’ terimi üzerinde duruyor. Ulus teriminin anayasada bir anlam kazanabilmesi, halihazırdaki insanlar arasındaki ayırt edici özellikleri görmezden gelmekle mümkün olabilir. Ayıran değil, birleştiren unsurlar ön plana çıkarılmalıdır. Bunu başarabilmek için de ekonomik ve sosyal koşullardaki farklılıklar yokmuş gibi davranmak gerekir. Nitekim devrimciler de bunu yaptı; hukuk yoluyla tanınmış imtiyazlar ve bölgesel ayrımlar kaldırıldı ancak halihazırdaki sosyal farklılıklar görmezden gelindi. Belki de şu ifade daha açıklayıcı olacaktır: İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle istendi! Size bir yerlerden tanıdık geldi mi bu ifade, bilemiyorum!
İşte ‘milli egemenlik kuramının’ dayandığı bu ‘soyut halk’ anlayışı devrimciler açısından son derece kullanışlıydı. Burada hemen Türk devrimcilerini hatırlayın lütfen. Kurtuluş Savaşı sürerken hazırlanan 1921 Anayasası’nın ilk maddesi, hakimiyeti ‘millete’ veriyordu. Haliyle egemenliğin kaynağı 1921 Ocak ayında gökyüzünden yeryüzüne indiriliyordu. O gün bu gündür toprağımızda hakimiyet, ezcümle egemenliğin kaynağı, ulustadır. Seçilen milletvekilleri de bu nedenle kendilerini seçenleri ve seçildikleri bölgeyi değil, tüm ulusu temsil eder. TBMM’nin Dikmen kapısı önünde her sabah kuyrukta sıralanan ‘hemşehriler,’ kuramsal olarak aslında kendi yörelerinin değil, ‘ulusun’ temsilcileriyle görüşüp çay kahve içmek ya da torpil aramak için bekliyor!
Peki bu temsil ilişkisi ezelden beri böyle mi kurulmuştu? Hayır. Son derece yeni sayılır. Birkaç asırlık geçmişi var. Milletvekilleri ‘temsil’ etmezden önce, ‘emredici vekâletle’ bağlıydı. Sarıca, emredici vekâletin niteliğini, Fransa ve İngiltere bağlamında ayrı ayrı anlatıyor.
Fransa’da, bir önceki yazıda anılan danışma organı Etats Généraux'lardan (EG) önce, 11-14'üncü yüzyıllar arasında kralların yine danışma amaçlı topladığı Curia Regis’ler vardı. Hem bir danışma organı hem de askeri-idari-ruhani kurul işlevi görüyorlardı. Bunlar, hemen 14'üncü yüzyılın başından itibaren EG adını almaya başladı ve kuşkusuz belirleyici olan, soylular ve ruhbanın yanında burjuvaların katılmaya başlamasıydı.
Peki EG’lerde nasıl bir temsil anlayışı vardı? Devrim’e dek, seçimle gelen vekiller büyük ölçüde kendi sınıflarını temsil ediyordu. Temsil edilme hakkı ‘topluluklara’ ve ‘sınıflara’ aitti ve her sınıfın temsilcisi, toplulukların içinde ayrı toplanıp ayrı oy veriyordu. Tabii buradaki ‘oy verme’ ifadesini de bugün gibi düşünmeyin. Belli konum ve servete sahip olanların oy hakkı vardı yalnızca. Vekiller, yerel çıkarları savunmakla görevli kabul ediliyordu. Her ne kadar 14'üncü yüzyıldan Devrim’e dek seçmen vekil ilişkisi aynı kalmadıysa da bu ilişkinin başlıca özelliği, seçmenlerin seçtikleri kişileri denetlemek için azami çaba harcamalarıydı. Murat Sarıca’nın sözcükleriyle, “Vekillerin görevi, kendilerini seçenlerin dilek ve şikayetlerinin toplandığı defterlerde ileri sürülen görüşleri krala kabul ettirmeye çalışmalarıdır.” (35) Bu da demektir ki vekillere (çoğu zaman o vekillerce hayli geniş yorumlanmaya müsait olsa da) ‘emredici vekalet’ verilmişti. EG’nin toplanma sıklığı arttıkça vekalet/seçmen talimatı ilişkisi daha güçlendi ve bir aşamadan sonra temsilciler, müvekkillerinin çıkarlarını koruyacaklarına yemin etmeye, karşılığında küçük de olsa bir ücret almaya başladı. İşte 1789’da değişen, bu vekalet ilişkisi olmuş, vekiller artık tüm ulusun temsilcisi olduğundan, emredici vekalet ilkesi sona ermiştir.
Temsil anlayışına geçişte hem kuramsal hem pratik nedenler etkiliydi. Emredici vekalet yasama faaliyetiyle bağdaşmıyor, yasama dönemi içinde her seferinde seçmenden bir kez daha talimat almak güçlük yaratıyordu. Kuramsal neden ise bir vekilin hem ulusun tümünü temsil edip hem de seçim bölgesinden vekalet almasının mümkün olmamasıydı.
İngiltere’deki gelişme ise farklı bir yol izledi. Fark, kuşkusuz iki ülkenin tarihlerinde gizli. Bir ada devleti olan İngiltere ile Fransız burjuvazileri arasındaki başkalıklar, burjuvaların her iki ülkenin kralları, ruhban ve soyluları ile kurduğu ittifaklardaki farklılık, İngiltere’de emredici vekâletten temsil ilkesine geçişin yolunu da belirledi. İngiltere’de de seçim bölgeleri vekillerine, kendilerini belli konularda yetkili kılan mektuplar sunardı. Seçmen ile vekil arasında bir tür özel hukuk ilişkisi vardı aslında. Vekiller, meclisteki çalışmaların ardından seçmenlerine çalışmaları hakkında hesap veriyordu. Eğer vekil talimatı yerine getirmezse seçmenler vekalet ücretini kesip vekilin görevine son verebilirdi. Tabii şu önemli bir ayırt edici özellik: İngiltere’de emredici vekâlet yürürlükteyken, kişilerin değil, ancak toplulukların parlamentoya vekil yollama hakları vardı ve İngiltere’de verilen vekâlet Fransa’dakinden daha genişti.
Sarıca’nın uzunca anlattığı ancak buraya aktarılması gereksiz olan ayrımlar, İngiltere’nin emredici vekâleti Fransa’dan daha erken terk etmesine neden olmuştur. Ne Fransa’daki gibi bir devrimle ne de kuramsal (ulus gibi) bir etkiyle gerçekleşti bu. ‘Tedrici’ denilebilecek bir değişiklikti söz konusu olan. Çeşitli zorluklar yaşanıyordu. Örneğin seçmenin vekile verdiği talimat çok ‘genel’ kalabiliyordu. Ayrıca parlamento güçlendikçe ve özellikle 1679 tarihli Bill of Rights (Haklar Bildirgesi) ardından sistemin en önemli kurumu haline gelince, karar verilmesi gereken konular da çok çeşitlendi. Hâl böyleyken talimatla iş görmek daha da güçleşiyordu. Yetkisi artan parlamentonun toplantıları uzuyor, ülkenin bütününü ilgilendiren konular tartışılmaya başlandığı için vekil ile seçim bölgesi arasındaki bağlar ister istemez zayıflıyordu. Parlamentoya vekil göndermenin seçmene getirdiği mali yük de cabası. Emredici vekaletin terk edilme aşamaları (ve yaklaşık tarihler) ile ilgili, İngiliz tarihi açısından önemli belgeler/yazılara dair bilgiler, Sarıca’nın eserinin en dikkat çekici kısımları bana kalırsa.
Unutmadan, Murat Sarıca, iki ülkede emredici vekâletten temsil anlayışına geçişte, söz konusu geçişin benimsenmesi sürecinde etkili olan düşünsel alandaki katkıları da anlatıyor.
Emredici vekâletten yeni (bugünkü) temsil anlayışına geçiş, sınıf mücadelesinde galip gelen burjuvazinin eseri. Yinelemekte yarar var; içinde yaşadığımız ‘iletişim devrimi’ dönemi de, yeni ve şu anda şeklini kestiremediğimiz temsil anlayışlarına kapı aralayacak. Dur bakalım...
Murat Sevinç Kimdir?
İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Amaan geçecek geçecek, vallahi en güzel günleriniz! 12 Ekim 2021
O muhafazakâr aynaya bakıp biraz da kendi haline dertlensin... 05 Ekim 2021
Endişeli muhafazakâr, geçenlerde Validebağ'a moloz döktü! 28 Eylül 2021
Yurtsuz öğrencilik ve av olmaması gereken yurttaş... 23 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI