Güneş Murat Tezcür: Erdoğan'ın ABD ziyareti dipnottan öteye gitmedi
Tezcür'e göre AKP'nin Amerika ile tekrar müttefik olmasının tek yolu, IŞİD'den sonra sıranın İran'a gelmesi. Türkiye'nin radikal bir anti İran politikası benimsemesi halinde Amerika ile ilişkilerin tekrar düzelebileceğini ifade eden Tezcür, kısa vadede yeni bir çözüm sürecini ise muhtemel görmüyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 16 Mayıs tarihinde Trump’la gerçekleştirdiği 20 dakikalık görüşmenin yankıları sürerken, aynı görüşmenin Amerika’da nasıl değerlendirildiğini çok tartışamadık. Trump yönetiminin görüşmeden hemen önce, 9 Mayıs tarihinde YPG’ye silah desteğini açıklamasından sonra Erdoğan, ziyaretin “virgül değil nokta muhasebesinde” olduğunu Çin yolunda ifade etmişti. Ancak Trump’la görüşmeden hemen sonra gazetecilerin “nokta mı virgül mü” sorusuna “Nokta koyarsak olmaz" yanıtı verdi. Peki bundan sonra Türk-Amerikan ilişkileri nasıl evrilecek? En önemlisi de AKP’nin Kürt politikasıyla doğrudan ilişkili olan gerilim ne tür siyasi sonuçlar yaratacak? Önümüzdeki dönemde Ortadoğu’daki gelişmeler nasıl şekillenecek?
Erdoğan’ın ABD seyahatini, uzun yıllardır Amerika’da bulunan ve bilimsel çalışmalarını başta İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin Kürt politikası olmak üzere bölge siyasetine vakfetmiş siyaset bilimci Doç. Dr. Güneş Murat Tezcür’e sorduk. ABD’nin Orlando kentinde bulunan Central Florida Üniversitesi’ndeki Kürt Siyaseti Çalışmaları Kürsüsü Başkanı Güneş Murat Tezcür’ün Türkiye’nin ABD’den nasıl göründüğüne, Trump ile Erdoğan’ın yollunun muhtemel kesişme noktalarına ve yakın gelecekte yeni bir çözüm sürecinin başlayıp başlamayacağına dair değerlendirmelerine kulak veriyoruz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Mayıs’taki seyahati günlerdir Türkiye’nin ana gündem maddesi. Peki bu ziyaret ABD’de nasıl yorumlanıyor?
Erdoğan buradayken New York Times, Washington Post, CNN gibi basın organları Trump’ın yeni skandalını yayınladı ve bu Amerika’nın gündemini sarstı. İddiaya göre Trump, görevden aldığı FBI Başkanı James Comey’den eski güvenlik danışmanı Michael Flynn’in Rusya’yla ilişkilerine dair soruşturmayı bitirmesini rica etmiş. Şu an Amerika’da esas olarak bu skandal konuşuluyor. Michael Flynn’in Ruslarla ilişkisinin yanı sıra Trump’ın kampanyasını yürüten adamların Ruslarla nasıl bir ilişki içinde olduklarına dair ciddi iddialar var. Flynn’in Rusya’yla ilişkilerine dair soruşturmayı Comey yürütüyordu ve Trump onu son derece tartışmalı biçimde geçen hafta görevden aldı. FBI başkanları üç-beş yıl değil, genelde on yıl görevde kalıyor. Comey ise görevinin henüz dördüncü yılındaydı. Dolayısıyla Trump’ın görevini kötüye kullanarak, sürmekte olan bir soruşturmayı sekteye uğratmaya çalıştığı tartışması temel gündem şu an. Dolayısıyla Erdoğan’ın ziyareti bir dipnot olmaktan öteye gitmedi.
Trump’la Rusların münasebeti aylardır konuşuluyor. Nedir bu mesele?
Bu çok karmaşık ve açıkçası iç yüzünü soruşturma henüz tamamlanmadığı için bilmediğimiz bir olay. Kampanya sırasında Trump veya onun yakınındaki kişilerin Rusya’yla çeşitli ilişkiler kurarak Amerikan milli güvenliğini tehlikeye atıp atmadığı soruşturuluyor. Trump’ın Rusya’yla çok farklı ticari ilişkileri olduğu biliniyor. Bir başka iddiaya göre Rusya’nın elinde Trump’ı çok zor duruma düşürecek bilgiler veya imajlar var. Hemen her hafta farklı skandallar ortaya çıkmaya başladı. Ama Erdoğan’ın ABD’de bulunduğu sırada ortaya çıkan, şimdiye kadarki en büyük skandaldı. Cumhuriyetçi Parti hem Amerikan Meclisi’ni hem de Senato’yu kontrol ettiği için, onların işbirliği olmadan Trump’ın konumuyla ilgili bir adım atılması mümkün değil. Ama bu skandal çok ciddi bir boyuta taşınırsa Cumhuriyetçilerin de bir kısmı adım atmak zorunda kalabilir.
Nasıl bir adım?
Meclis’te bir soruşturma komisyonunun oluşturulması veya bağımsız bir savcıya olağanüstü görevler verilerek bu meseleyi araştırması söz konusu olabilir. Nitekim 17 Mayıs'ta Amerikan Adalet Bakanlığı Trump Kampanyası'nın Rusya ilişkilerini araştırmak için özel yetkilere sahip bir müfettiş atadı. Yakın Amerikan tarihinde koltuğunu kaybeden tek kişi Nixon’dır. Ama o da istifa etmek zorunda kaldı. Nixon da Demokrat Parti’yi illegal şekilde dinlettiği için böyle bir akıbete uğramıştı.
Erdoğan’ın ABD ziyaretinin sizin tabirinizle “dipnottan” ibaret kalmasının temel sebebi Trump’ın skandallarıyla ilgili tartışma mı?
Sadece bundan dolayın değil tabii, Suriye politikası da belirleyici. Amerika’nın YPG’yi doğrudan desteklemesi Türkiye açısından çok sorunlu ama Amerika’nın Suriye’de başka bir alternatifi yok.
Eylül 2016’da Çin’de gerçekleştirilen G-20 Zirvesi sırasında Erdoğan, Obama’ya İngilizce olarak “YPG is terrorist” demiş ve “YPG’yi bırakın, gelin beraber hareket edelim” demişti. 16 Nisan referandumundan sonra ise (20 Nisan) Erdoğan ilk kez açık bir dille konuşarak “Obama maalesef PYD ve YPG konusunda bizleri aldatmıştır” demiş ve eklemişti: “Ama şu andaki yönetimin aynı durumda olacağına ihtimal vermiyorum.” Erdoğan’ın beklentilerinin son seyahatle büyük ölçüde suya düştüğü söylenebilir mi?
Trump’la birlikte Amerikan siyasetinde çok şey değişti ama Ortadoğu siyasetinde şu ana kadar çok büyük bir değişiklik yok. Trump, Obama’nın Ortadoğu siyasetini miras almış durumda. Peki Amerika neden Erdoğan’ın “YPG’yi bırakın bizimle çalışın” teklifini kabul etmedi? Bir kere Kobani kuşatmasının kırılmasından itibaren Amerikan askerleri birebir YPG’yle çalışma içinde. Öbür taraftan özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında hem Amerikan Savunma Bakanlığı’nda hem de ordusunda Türkiye’yle ortak çalışma konusunda, siyasetçilerin dilinden bağımsız olarak ciddi bir isteksizlik ve güvensizlik var. Türkiye’deki yaygın kanı ve benim de şahsi kanım, darbe girişiminin arkasında Gülen’in olduğu yönünde. Ama Amerikan ordusundaki insanlarla temasta bulunduğunda, “Türk ordusunda birçok değerli subay vardı ve bunların önemli bir kısmı tasfiye edildi” diyorlar. Diğer yandan Türkiye’nin Suriye planının gerçekçiliğine dair de bir güvensizlik var. Sonuçta Amerika, YPG’den önce bir çok farklı gruba destek verdi. Bu gruplara verdiği silah ve eğitim desteği karşılığında hiçbir şey elde edemedi. Hatta bir çok iddiaya göre bu gruplara verdiği silahlar radikal dinci gruplara gitti. Bu geçmişe baktığın zaman Amerika’da bütün güvenlik bürokrasisine hakim hale gelen Türkiye’ye dair güvensizlik daha iyi temellendirilebilir. Bu da ister istemez karar verici mekanizmaları etkiliyor.
AMERİKA 15 TEMMUZU TÜRKİYE’DEN FARKLI GÖRÜYOR
Erdoğan’ın çantasında Rıza Zarraf dosyası olduğu da söylendi. Her ne kadar bu mesele çok gündeme gelmese de Zarraf’ın Türkiye-Amerikan ilişkilerinde önemli bir unsur olduğu biliniyor. Zarraf iki ülke açısından neden bu kadar önemli?
Gerek Washington DC’de gerekse genel olarak Amerika’da çok ciddi bir anti-İran lobisi var. Zarraf’ın tutuklanmasının sebebi, İran’a yönelik ambargoyu deldiği iddiası. AKP açısındansa Zarraf, 17-25 Aralık’taki yolsuzluk operasyonlarının kilit isimlerinden biri. Dolayısıyla Zarraf’ın yargılanması sonucu yaşanacak gelişmeler veya vereceği bilgiler, hükümetteki bazı kritik kişileri etkileyebilir. İki ülkenin Zarraf’a olan ilgisinin sebepleri birbirinden çok farklı.
Sizce Washington Post, Erdoğan’ın gelişinden hemen önce neden Fethullah Gülen’in makalesini yayınladı?
Sadece Amerika değil, birçok Batı ülkesi darbe girişimini, Türkiye’nin gördüğü biçimiyle görmüyor. Türkiye’de darbe girişiminden asli olarak Gülen cemaati sorumlu tutulurken Amerika kamuoyunda bu kadar net bir algı yok. Dolayısıyla hâlâ Gülen’i, Erdoğan’a karşı çıkan bir kanaat önderi olarak görebiliyorlar. Amerikan genel kamuoyundan bahsediyoruz tabii.
Trump gibi İslam karşıtı yaklaşımıyla bilinen bir başkan ve onun ekibi neden Gülen gibi bir ismi kolluyor sizce?
Trump’ın bu konuda çok da görüş sahibi olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü zaten adamın başında çok farklı dertler var. Ayrıca Trump her ne kadar İslam karşıtı söyleme sahip olsa da, ilk yurt dışı seyahatini cihatçılık ekolünün önde gelen ülkesi olan Suudi Arabistan’a yapacak. Çünkü Suudi Arabistan’la çok ciddi ticari ilişkisi var. Suudi Arabistan Amerikan silah şirketleri için çok önemli bir market. Üçüncüsü de İsrail’e giderken onu dengeleyecek Müslüman ülke olarak Suudi Arabistan’ı seçiyor. Dolayısıyla Trump’ı sadece İslam karşıtlığı üzerinden okumak politik tercihlerini anlamamızı sağlamıyor.
IŞİD’DEN SONRA SIRA İRAN’A GELECEK
Suudi Arabistan demişken, tam zıt kutuptaki İran geliyor akla. Trump, Obama’nın İran’la sıcak ilişki siyasetini de aynen sürdürecek mi sizce?
Doğrusu ben de konuyu İran’a getirmek istiyordum. Çünkü bu konu Türkiye açısından da çok önemli. Geleneksel olarak Cumhuriyetçilerin İran’a bakışı, Demokratlara göre daha sert ve haşindir. Nitekim şu an yönetimde İran’a karşı daha sert bir politika yürütülmesini savunanların sayısı, Obama dönemine göre çok daha fazla. Fakat şu an hem Suriye hem de Irak’ta devam eden savaşta İran’la Amerika’nın düşmanı aynı: İslam Devleti. O yüzden tabiri caizse Amerika açısından sıra daha İran’a gelmedi. Ne zaman ki IŞİD’in etkisi iyice azaltılır, Musul ve Rakka bu yapının denetiminden kurtulur, o zaman Amerika’nın İran siyaseti daha fazla gündeme gelir. İran’ın Ortadoğu’da artan nüfuzuna karşı Amerika daha sert politikalar takınmaya yönelebilir. Türkiye şu an Amerika’nın Ortadoğu siyaseti açısından “asıl çocuk” değil. Fakat Amerika açısından hem Irak hem de Suriye’de IŞİD yenilip sıra İran’a geldiğinde Türkiye’nin önüne yeni bir seçenek çıkacak. İran’ın Suriye, Lübnan, Yemen ve Irak’ta artan nüfuzuna karşı Amerika yeni bir tavır takındığında, Suudi Arabistan buna kesinlikle destek vereceği gibi Türkiye de rol çalmaya çalışacaktır. Dolayısıyla da Türkiye’nin daha anti-İrancı bir politika benimsemesi gerekecek. Yani Türkiye açısından önümüzdeki dönemde böyle bir seçenek ortaya çıkabilir.
Fakat Erdoğan’ın etrafındaki birtakım kesimler, ABD’den istenen destek alınamadığı için Rusya, İran, Çin “bloğuna” dahil olmayı öneriyor. Dolayısıyla Türkiye’nin, IŞİD’in yenilmesini beklemesi ve ondan sonra oluşacak anti-İran blokta güçlü bir biçimde yer alması ihtimali de çok sallantıda değil mi? Amerika IŞİD’i yenip anti-İran politikaya dönene kadar Türkiye-Amerika ilişkilerinde dönülmez noktaya gelinmesi ihtimali yok mu?
Bir kere İran, Çin ve Rusya bir koalisyon oluşturmuyor. Bunlar bir NATO değil, bir Varşova Paktı hiç değil. Bu ülkelerin ortak paydaları tamamen konjonktürel. İran ve Rusya, Esad rejimiyle işbirliği halinde olabilir ama bunun dışında bu iki ülkeyi birbirine yaklaştırabilecek başka bir faktör yok. Diyelim ki Türkiye-Rusya birbirine daha yaklaştı. Peki, Rusya Türkiye’ye ne verebilir? Sonuçta Rusya, Esad rejiminin en büyük destekçisi. Türkiye’nin son beş yıllık politikası ise tamamen Esad’ın iktidardan gitmesine endeksli. Rusya’yla daha yakın ilişki geliştirmek istiyorsan Suriye politikasını tamamen sıfırlaman gerekir. Yani Türkiye’nin Esad rejimini meşru görmesi gerekecek.
TÜRKİYE 2003’TE IRAK’TA 2014’TE SURİYE’DE KAYBETTİ
Rusya da YPG’yle yakın ilişki içinde olduğuna göre Türkiye’nin aynı zamanda Suriye Kürtleriyle ilgili politikasının da sıfırlanması gerekmiyor mu?
1 Mart 2003 tezkeresinin reddedilmesiyle birlikte Türkiye, Irak üzerindeki söz hakkını büyük ölçüde yitirmişti. Bunun benzeri bir durum 2014 sonbaharında Suriye’de yaşandı. Kobani kuşatma altındayken Türkiye’nin pasif bir tavır takınması, Amerika’yı YPG’yle ilişkilere yöneltti ve Türkiye, Suriye’ye müdahil olma gücünü yitirdi. Amerika-YPG ilişkisinin başlangıç noktası Ekim 2014’te, Obama’nın direkt olarak Kobani’yi kuşatan IŞİD güçlerine karşı hava saldırısı başlatmasına dayanıyor. Ondan sonra YPG’nin sahada gösterdiği başarıyla Amerikan hava kuvvetleri birleşince, IŞİD’in Suriye’deki nüfuz alanı iyice daralmış oldu. Ama Türkiye burada tamamen seyirci durumda kaldı.
Yani Türkiye Kobani’ye seyirci kalmak yerine Kürtlere destek çıksa, Suriye’deki belirleyici rolü çok daha belirleyici mi olurdu?
Türkiye, “Amerika neden YGP’yle askeri işbirliği yapıyor” diye soruyor ama bu işbirliğinin temel sebebi tam da Türkiye’nin Kobani kuşatması sırasındaki tercihine dayanıyor. 2014 sonbaharında Türkiye, “bize dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek yaklaştı IŞİD meselesine. IŞİD doğrudan Türkiye’yi hedef almadan Türkiye de onu hedef almıyordu. Dolayısıyla Kobani’nin IŞİD tarafından ele geçirilmesi Türkiye açısından çok büyük bir sorun değildi. Ama aynı şey Amerika ve diğer Batılı ülkeler için geçerli değildi. O yüzden de doğrudan askeri saldırıya geçtiler. Öte yandan Türkiye’nin tercihi sadece Erdoğan’ın veya AKP’nin tercihi değildi. Eğer Türkiye’de örneğin CHP veya MHP iktidarda olsa, farklı bir tutum alır mıydı, bence hayır. Çünkü Türkiye’deki hakim bakış açısı, Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesinin her şeyden daha büyük bir tehdit olduğu yönünde. Dolayısıyla cihatçı da olsa Kürt milliyetçiliğini bir şekilde bertaraf edecek olan kim olursa olsun, Türkiye açısından tercih edilebilirdir. Kobani’de Kürtlere destek vermesi halinde IŞİD’in Türkiye’de büyük katliamlara girişebileceğine dair değerlendirmeler yapılıyordu. Tamam da zaten 2015’ten sonra Türkiye’de kan gövdeyi götürmedi mi? IŞİD, Suruç’tan Ankara’ya, İstanbul’a kadar birçok katliam gerçekleştirdi zaten. Sen müdahale etmesen de bu bela dönüp dolaşıp Türkiye’de bir çok insanın hayatına mâl oldu.
BAHÇELİ 2013’TE ÖLÜMÜ GÖRÜP 2017’DE SITMAYA RAZI OLDU
Amerika’nın 2003’teki Irak işgali ile 2014 Kobani desteği arasında, Türkiye’nin etki gücünü yitirmesi konusunda bir kıyaslama yaptınız. Erdoğan’ın son ABD seyahatinden bir gün önce, hükümete yakın bir gazete Türkiye’deki Amerikan algısına dair bir anket yayınladı ve habere “Millet ABD’yi tehdit görüyor” başlığı attı. 2003’ten sonra da Türkiye’de anti-Amerikancılık yükselmişti. Trump yönetiminin YPG desteğinden sonra daha da yükselmesi muhtemel Amerikan karşıtlığı, Türkiye-Amerika geriliminin yeni bir başlığı haline gelir mi?
Anti Amerikancılığın yükselişi çok şaşırtıcı değil. Öte yandan Amerika’nın bunu önemsemediği veya önemsemeyeceği söylenemez. Amerika’nın Ortadoğu’da en önem verdiği ilk dört ülke İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye’dir. İran devriminden sonra Türkiye, Amerika’nın Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden biri haline geldi. Ama Suriye iç savaşı ve IŞİD’in palazlanmasından sonra Türkiye ile Amerika’nın çıkarları arasında ciddi bir makas oluştu. Türkiye açısından Suriye’deki iki öncelik, Esad’ın devrilmesi ve Kürtlerin özerk yönetim oluşturmaması. Ama Amerika ve diğer Batılı ülkeler açısından öncelik bunlar değil, IŞİD’in bertaraf edilmesiydi. 2014’ün sonbaharından itibaren bu makas ortaya çıktıktan sonra Amerikan ve Türkiye çıkarları tamamen farklı yörüngelere evrildi. Bu noktadan sonra Amerikan yönetiminde Trump olmuş, Obama olmuş, hatta Türkiye’nin yönetiminde Erdoğan veya bir başkası olmuş, çok bir şey fark etmiyor, etmeyecek. Çünkü iki ülkenin algıladıkları milli güvenlikleri farklı. Türkiye, kendi Kürt algısında radikal bir değişiklik yapmadığı sürece de bu makas genişleyecek. Ayrıca Amerika’da son zamanların en radikal hükümet değişikliği yaşandı. Amerikan yakın tarihinde Obama’nınki kadar liberal bir hükümet olmadığı gibi Trump’ınki kadar da sağcı ve popülist bir rejim olmadı. Buna rağmen Suriye politikasında ciddi bir değişiklik yaşanmamasını dikkate almak lazım. Öte yandan Trump’ın bunca skandalı ortaya çıkmışken, Ortadoğu politikasında çok radikal değişikliğe gitmesi zaten hayaldi.
Hükümete yakın bazı yazarlar, Erdoğan’ın Kürt sorunu konusunda yeni bir çözüm süreci başlatabileceğini ima ediyor. Sizce Erdoğan, Amerika’yla ilişkilerini de tekrar raya sokmak için böyle bir yola başvurur mu?
Çözüm sürecinden ne anlıyoruz? Türkiye’de sayısız insanın hayatına mâl olan 33-34 yıllık bir isyan var. Eğer çözüm sürecinden kasıt daha fazla insanın ölümünü engellemekse, bu bir hedef olabilir. Ama çözüm sürecinden Kürt sorununun kalıcı çözümünü kastediyorsak, bu çok daha iddialı bir beklenti. 2013’teki çözüm sürecine baktığımızda, elde edilen temel şey, çatışmalarda ölenlerin sayısının azaltılmasıydı. Ama ondan sonra şiddet çok daha korkunç düzeyde geri döndü. Kalıcı çözüm siyasi bir anlaşmadan geçmeyecekse, iki taraftan birinin yenilmesi lazım. PKK’yi askeri açıdan tamamen sıfırlayamayacaksan, öyle veya böyle siyasi bir çözüm bulmak zorundasın. O halde PKK’yi, 2013-2015’te olduğu gibi pasifize etmen, bunun için de karşındakine bir şey önermen lazım. 2013-2015’te perde arkasında bir pazarlık yürütüldü ve bu da Erdoğan’ın başkanlık isteğiyle ilgiliydi. Kürt hareketi ya Erdoğan’ın başkanlık hedefine taş koymayacak veya açıkça destek verecekti. Beklenti bu yöndeydi. Buna karşılık da Erdoğan bazı tavizler verecekti. Ama bu tavizlerin ne olabileceğine dair hiçbir zaman bilgi sahibi olamadık. Bir özerklik mi, daha kapsamlı bir yerel yönetim anlayışı mı, bilmiyoruz. Bugünkü koşullara baktığın zaman Erdoğan Nisan referandumundan itibaren öyle veya böyle başkanlık hülyasına kavuşmuş oldu. Bunu yaparken müttefiki Kürt hareketi değil, tam karşı tarafta duran MHP ve Türk milliyetçiliğiydi. O halde şunu sormak lazım: Bahçeli’nin temsil ettiği Türk milliyetçiliği, neden bu kadar uzun zamandır muhalefet ettiği halde Erdoğan’ın başkanlık yolunu açan sürece yeşil ışık yaktı? Bahçeli, 2013-2015’te ölümü gördüğü için sıtmaya razı oldu. Çünkü Erdoğan’ın bir şekilde başkanlık sistemini getirmeye muvaffak olacağını düşünüyordu. Bahçeli, “Erdoğan’ın bu yolda bana vereceği tavizler, Kürt hareketine vereceği tavizlerden çok daha önemli” diye düşündü. Yani Kürtlerin desteğiyle gelecek bir başkanlık sisteminde yaşayacağı kaybı engellemek için kendisi başkanlığa destek verdi. Dolayısıyla şimdiki konjonktürde Erdoğan, ister istemez Türk milliyetçiliğine daha fazla yakın durmak zorunda kaldı, kalacak. Konjonktürde çok büyük değişiklikler olmazsa, Erdoğan, Kürtlere vereceği ödünleri son derece düşük tutmak zorunda.
ERDOĞAN’A EN BÜYÜK TEHDİT HÂLÂ DEVLET BÜROKRASİSİ
Fakat 16 Nisan’da Erdoğan, MHP tabanından arzuladığı oyu alamadı. Ayrıca Bahçeli’nin arzuladığı yolda yürütülen Kürt politikası hem Amerika’yla ilişkileri zedeliyor hem de Türkiye’yi daha da kırılgan hale getiriyor. Bu durumda Erdoğan’ın milliyetçi ittifakı bırakıp yüzünü Kürtlere dönmesi daha muhtemel görünmüyor mu?
2019 seçimlerinde Erdoğan başkanlık seçimini kazanmak için hangi ata oynayacağını hesaplayacaktır. Ama ortada başka bir dinamik var ki, o da askeri ve bürokratik yapı. Sonuçta bürokraside Türk milliyetçileri egemen. Eğer Erdoğan farklı bir çizgiye geçerse, bunun bürokraside, şu an pek görülmese de çok farklı etkileri olabilir. Yani Erdoğan’ın böylesi bir çizgi değişikliğinde bürokrasiyi tam anlamıyla kontrol etme çabası sekteye uğrayabilir. Erdoğan’a en büyük tehdit hiçbir zaman seçimlerden veya Gezi türü bir hareketten gelmedi. Erdoğan açısından en büyük tehdit daha önce orduyken sonra da bürokrasiye iyice çöreklenmiş olan Gülen cemaati oldu. Bence bürokrasideki tehdit hâlâ büyük bir risk oluşturuyor. Bu illa bir darbe tehdidi olmayabilir ama Erdoğan’ın manevra kabiliyetini azaltacak bir yapı bu.
Ama 15 Temmuz’dan sonra bürokraside çok büyük tasfiyeler yapıldı, kadrolar önemli ölçüde elden geçirildi, değiştirildi…
Evet ama yeni getirilen kadrolar da büyük ölçüde Türk milliyetçilerinden oluşuyor. Sonuçta karar verici olan hiçbir zaman bürokrasi değildir ama verilecek kararları uygulayacak olan bürokrasidir. Dünyanın her yerinde bürokrasinin karar vericilerden farklı bir ajandası olabiliyor. Üstelik bir yıl önce ciddi bir darbe girişimine maruz kalmış bir Erdoğan’dan bahsediyoruz. Erdoğan’ın artık tehdit algısı son derece yüksek ve bu tehdit algısı da seçimlerde kaybetmekten değil kendi devlet bürokrasisindeki yapılardan kaynaklanıyor.
Dolayısıyla hükümete yakın yazarların yeni çözüm süreci ihtimaline dair spekülatif değerlendirmelerine itibar etmemek mi lazım?
Kürt sorunu çok fazla uluslararası boyut kazandı. Olay Türkiye’den ibaret değil artık. Türkiye’nin birebir savaştığı örgütün bir diğer kolu olan YPG, Türkiye’nin yakın zamana kadarki en büyük müttefiği olan Amerika’yla işbirliği halinde. Öbür taraftan PKK’nin Sincar’da önemli bir gücü var. Bütün bunlarla beraber düşünüldüğünde Türkiye’nin Kürt sorununu tek başına çözebilecek bir iradesi ve gücü olduğunu söylemek zor.
Gerek bürokratik yapı gerekse milliyetçi-İslamcı koalisyonun Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerinde şekillenen yaklaşımının Türkiye’ye getiri ve götürüleri ne olabilir?
Ekonomik, siyasal, sosyal, uluslararası ilişkiler açısından Türkiye zaten son iki yılda olabilecek en büyük bedelleri ödedi ve ödemeye de devam ediyor. Fakat bedel ödemek, hükümetin veya karar vericilerin politika değişikliğine yol açmayabiliyor. Bedelleri genelde başka insanlar ödediği için çözümsüzlük devam edebiliyor. Ayrıca en büyük bedeli iktidar değil, muhalif kesimler ve halk kitleleri ödüyor.
KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜ SÜRDÜRÜLEBİLİR
Fakat bunun sürdürülemez bir politika olduğu söyleniyor…
Çok sorunlu siyasi yapılar ve tercihler uzun zaman sürdürülebiliyor. Belki uç bir örnek olacak ama Kuzey Kore gibi son derece arkaik bir rejim 1953’ten beri iktidarda kalabiliyor. Hep “iktidar niye bunu yapmak yerine şunu yapıyor” diye soruyoruz. Oysa siyasette bazı değişikliklerin olabilmesi için güç dengelerinin değişmesi gerekiyor. Çok güçlü bir muhalif hareket ortaya çıkar ve hükümetin yaptıklarını dengeler, o zaman da ortaya çıkabilecek dinamikler açısından çok daha farklı tercihler mevzubahis olur. Ama ne yazık ki Türkiye’deki siyaset uzun zamandır bir kişinin veya küçük bir grubun tercihlerine endekslenmiş durumda. Kürt sorununun uzun vadede çözülmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesi Erdoğan’ın tercihlerinden öte toplumsal dinamiklerle ve güç dengelerinin eşitlenmesiyle söz konusu olabilir.
ABD’nin YPG’ye silah desteği ve Suriye Kürtlerinin kazanımları, Türkiye’deki güç dengelerini de etkilemez mi?
Kürtlerin son yüz yıl içinde güç ve hak kazandığı koşullara iyi bakmak lazım. Elimizde iki tane önemli örnek var. Biri 1992’den ve 2003’ten sonra Irak’ta oluşan Kürdistan Bölgesel Yönetimi, bir diğeri de Rojava’daki gelişme. Bu iki ülkede Kürtler hangi koşullarda özerk yönetime sahip oldular? Bunun tek cevabı ne silahlı mücadele de demokratikleşme. Her iki ülkede de merkezi yönetimin çökmesi üzerine bu kazanımlar ortaya çıktı. Kuveyt işgalinden sonra Saddam yönetiminin zayıflaması ve 2003’ten sonra devrilmesi, keza 2012’deki iç savaştan sonra Esad rejiminin ülkenin geniş kesiminde kontrolü kaybetmesi üzerine yaşandı bunlar. Kürtlerin uzun süreli silahlı mücadeleyle bazı haklar elde edebileceği iddia edilebilir. Ama bunun Kürt tarihinde kendi başına bir örneğini görmedik. Kürtlerin kazanımlarının bağlı olduğu üç faktör var. Biri kendileri dışındaki faktörler, ikincisi silahlı, üçüncüsü de demokratik mücadele. Demokratik mücadele örneği olarak HDP’nin 2015’teki 7 Haziran seçiminde elde ettiği kazanım gösterilebilir. Ama onun da üstünden buldozer gibi geçildi. Demokratik mücadelenin mantığı neydi? Kürt hareketi hem haklarını isteyecek hem de Türkiye’nin geri kalan muhalif kesimleriyle ittifak yapacak. Bunun Irak’ta da örneği var. Irak’ta 1960-70’li yıllardaki Komünist Parti, Kürtlere en yakın duran güç konumundaydı. Türkiye özeline baktığımız zaman, Irak ve Suriye’deki gibi merkezi hükümetin çökmesi bana pek gerçekçi bir senaryo gibi gelmiyor. Silahlı mücadele ise belli bir noktaya gelmiş olsa da patinaj yapmaya başladı. O halde geriye tek seçenek kalıyor, o da Türkiye’deki demokrat-muhalif kesimlerle ittifak kurarak bir değişim ihtimalini yakalamak. Bence Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne dair öngörü, bu ihtimalin yakalanıp yakalanamayacağına bağlı yapılabilir. 16 Nisan referandumu bu açıdan önemli işaretler veriyor bize. Sonuçta toplumun yarısı “Hayır” dedi ve bunlar içinde Türk milliyetçiler de vardı Kürtler de. Demek ki bu farklı kesimler, ülkenin otokratik yönetimi karşısında aynı tercihe yönelebiliyor. Bence 2019 seçimleri süreci bu konuda bize daha fazla öngörü yapma şansı verecek.
Fakat 2003 yılından itibaren bölgesel dengeler, tarihte örneği olmamış biçimde değişti. Sadabat ve Bağdat paktlarından itibaren Kürtlerle ilgili birbiriyle ortak politika yürüten bölge devletleri içinde Irak ve Suriye radikal değişiklikler yaşadı. Dörtlü masanın 2003’te Irak, 2014’te de Suriye ayağı çöktü. Geriye İran ve Türkiye kalıyor ki, bu iki devletin de kendi aralarında gözardı edilemeyecek ihtilafları var. Az önce saydığınız üç metoda, yani dışsal faktörler, silahlı ve demokratik mücadele dışında dördüncü bir metod olarak bu dört ayaklı masanın çöküşünü ilave etmek gerekmez mi? Bu, Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü açısından yeni bir zorlayıcı faktör değil mi?
Irak Kürtleri önümüzdeki sonbaharda bir referandum yapmak istiyorlar. Referandumdan bağımsızlık arzusu çıkacak ve bunun nasıl pratikleşeceği bir sorunsal. Keza Rojava’daki özerk yapı da kalıcı gözüküyor. Peki bunun Türkiye’nin mevcut Kürt politikasına etkisi ne olur? Türkiye ödün vermeyen hatta verdiği ödünleri geri alan askeri güce sahip. Ama bunun da ciddi ekonomik, siyasi ve sosyal bedelleri var. Türkiye’de, İran veya Mısır’dan farklı olarak kalıcı otokratik, baskıcı bir rejimin oluşmasının altyapısı yok bence. Ama istikrarsızlık yaşanınca da çok fazla kan dökülebiliyor. Fakat az önce de dediğim gibi bu bedeller, iktidarı çözüme yönlendirmeyebilir. Ama sorun devam ettikçe Türkiye’de demokratik muhalefetin yükselmesi ve siyasi güç dengesinin değişmesi çok muhtemel.
GÜNEŞ MURAT TEZCÜR KİMDİR?
Doç. Dr. Güneş Murat Tezcür, ABD’nin Orlando kentinde bulunan Central Florida Üniversitesi’nde kurulan Kürt Siyaseti Çalışmaları Kürsüsü’nün başında bulunuyor. Bu kürsü, Kuzey Amerika’da Kürt siyaseti çalışmaları üzerine kurulan ilk ve tek akademik pozisyon. Doktorasını 2005 yılında Michigan Üniversitesi’nden alan Tezcür’ün, Kürt siyaseti, siyasal İslam, demokratikleşme, siyasi şiddet, etnik ve dini kimlikler ve mobilizasyon, yargı ve siyaset, seçim sistemleri ve dış politika üzerine en önde gelen akademik dergilerde çok sayıda yayını var. Muslim Reformers in Iran and Turkey: The Paradox of Moderation adlı bir kitabı bulunan Tezcür, Türkiye ve İran başta olmak üzere Lübnan, Endonezya ve Peru gibi farklı ülkelerde saha araştırmalarında bulundu.
İrfan Aktan Kimdir?
Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.
Akşener’in taht oyunları continues 27 Eylül 2021
Korkut Boratav: Ekonomik kriz yok, yoksuldan alıp zengine veriyorlar 25 Eylül 2021
Oğuz Kaan Salıcı: Çözüm sürecindeki önerilerimizin arkasındayız 18 Eylül 2021
Mahmut Aytar: Bizi örgütleyen açlığımızdır 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI