Asalet peşinde
Kategorik kötülüğümüzün nedeni olan sığlığı çepere sürmenin yoludur asaletle hareket edilmesi, daha doğrusu asaletin kuruculuğunun farkında olunması. Asalet, birincilliğe işaret eder; köklü olma, esaslı olma, özü, temeli teşkil etme. Birincillik ise şu ya da bu biçimde vazgeçilmezliği imler. Bizzat asaletinize kani topluluk için vazgeçilmez olduğunuzdan asilsinizdir.
… Doğrusu, ortağı olduğumuz bu kötülükle baş etmenin, sığlığı geriletici asalet ve zarafet talebinden başkaca da yolu yok gibi görünüyor.
Cümle kötülüğün başı sığlık, asalet ve zarafet istemekle nasıl geriler, nedir istemeyi bu kadar kudretli kılan? Sonra kötüyü kötü olmayan şeyden ayırmamızı sağlayan, kötü olanın ya da icracısının sığ olması mı, bu kadarı yeter mi?
Sığ, yani yeterince derin olmayan. Ne kadar derin olmak gerekir peki sığ damgası yememek için; damgalanmamak, itham edilmemek için? Hâlbuki bizzat derinleşmedeki bitimsizlik, kategorik sığlığımızı teminat altına alıyor. Demek ki hep bir başkasının derinlik tarafından karartılan sığlığına nazaran sığız. Öyleyse sığlığımızı tayin eden, niçin ötekinin derinliğini kuşatan, onun mütemmim cüzü olan sığlığı değil de derinliği? Bu bakış açısından herhangi bir toplumun, örneğin Türkiye toplumunun ne kadar sığ olduğunun ölçüsü allamelerinin derinliği değil sığlığı olmalı.
Sığlıkla, kolaycılıkla kavgamızın, hep gideceği yolun yarısını kat edip yarıştığı kaplumbağayı asla alt edemeyecek Aşil misali menzile hiç varamayacak olmasını nedir göremememize sebep? Sebep kuvvetle muhtemel, kökeninde sığlık gördüğümüz kötülüğün, esasen her bünyede derinliğe eşlik eden sığlığı görünmez kılan yeterince derin olmayan hakkındaki uzlaşıdan kaynaklanıyor olması. Dolayısıyla her birimiz zorunlu olarak sığ ve kötü iken, sığlığı ve kötülüğü birer itham olarak kavrayışımızın nedeni, yeterince derin olmayanı tayin eden söz konusu uzlaşının, kalabalığın karşısında duracak kudretten yoksun olmamız. Dünyada kime sorulsa (kendi başımıza gelmesini istemeyeceğimiz için) kötülük olduğundan şüphe edilmeyecek işleri (cinayet, hırsızlık, her türden savaş, taciz, aldatma, vb.) büyük bir sessizlikle geçiştiriyor, görmezden geliyor oluşumuzun kendisi de kötülük değil mi? Her türlü kötülüğün soruşturma, yargılama ve infaz işlerini kendiliğinden ve kaşla göz arasında üzerimize alıyor oluşumuz, hiç tanımadığımız, hikâyelerini hiç bilmediğimiz faillere aleni düşmanlığımız kendimizden asla söküp atamayacağımız, hep bize ait olan kötülüğü görünmez kılma arzumuz nedeniyle değilse neden? Şeytan alelade bir icat değil. Doğanın insanı acze düşüren işlerine bakıp kadir-i mutlakın bunları ne kadar yerli yerinde dizayn ettiğini, kurduğunu düşünenlerin, bunca acının, kötülüğün kaynağının baş kötü ile bir iddialaşmanın eseri olmasındaki keyfiliğe karşı akıllı dizayn iddialarından vazgeçmelerinin, olup biteni hikmetinden sual edilmez olana yormalarının içimizdeki şeytanla, sığlığımızın, kolaycılığımızın yol açtığı kategorik kötülükle bir ilgisi olmadığını düşünmek istiyorum ama nafile. Yani kendini herkesin dahli ile gizleyebildiği için gerçek bir yıkıcılık potansiyeli kazanan kötülüğü ortadan kaldırmak olanaklı değil; çare daima öteki tarafta kalacak, beri tarafa kazanılması akla dahi getirilmeyen baş kötüyle aklanmaktır: Rıdvan’ı, Âdem’i, Havva’yı, Kabil’i, başkasının sırtından geçineni, kamu kaynaklarını yağmalayanı, insan kardeşini geçim olanaklarından, sağlıkla yaşamaktan, huzurdan mahrum edeni, vb. hep bir ayartan var; “uyduk işte bir şeytana”.
Kötülüğü, fail ne kadar tek başına olursa olsun, münferit olmaktan çıkaran, esasen hep yeterince derin olmayan hakkındaki bir uzlaşının eseri olmasıdır. Bu kaçınılmaz bir uzlaşı; sorun, uzlaşı hakkındaki sessizlik komplosu, uzlaşı yokmuş gibi davranılması. Her toplumsal yeniden üretim rejiminin, gerçekte sürekli inşa halinde olan bir değerler manzumesine, bir uzlaşıya dayanıyor olması hiçbir kötülüğün münferit olmadığının yeter nedeni kabul edilebilir. Şeytanın ferdi nedenlerle değil toplumsal nedenlerle içimizde olduğunu bir kere kabul ettiğimizde, şu ya da bu ölçüde ortağı olduğumuz, kendisinden pay aldığımız sığlığın dayandığı uzlaşının insan eseri olduğunu da kabul etmiş oluruz. Bu nedenle tarihsel-toplumsal koşulları öne sürerek, nesnelleştirme, yansızlık, ahlakçılık karşıtlığı gibi absürt gerekçelerle görmezden geldiğimiz, örneğin, ahlaki değerlerin faili olduğumuzdan hiç şüphe etmemeliyiz.
Kötülüğe yıkıcı karakterini veren onun dayandığı sığlık uzlaşısını gizleme gayretimizi alt etmenin yolu, işlenen her cinayette ellerimizdeki kanı yüzümüze sürmek olacaktır; hiçbir zaman tamamen geriletemeyeceğimiz sığlığı elbirliği ile çepere doğru itmek. Bu, her seferinde mevcut uzlaşının dayandığı güç şebekelerini karşımıza almayı, oluşacak yeni uzlaşının kategorik karartıcılığına karşı teyakkuzda olmayı gerektirir. Bütün bunları temin edecek yordam nedir peki? Şayet yeterince derin olmayan üzerinde uzlaşarak iyi ve kötüyü tayin ediyorsak, içimizdeki şeytana merhametle hiç de münferit olmayan kötülüğümüzü dindirmenin yolu, iyi ve kötüden geriye doğru yol almak olmalı. F. Nietzsche Ahlakın Soykütüğü başlıklı yapıtında iyi ve kötü kavramlarının etimolojilerindeki “ilginçliğe” dikkat çekiyor. İyi, çeşitli dillerde hep asil, soylu kelimelerinden türemiş, kötü ise bayağı, aşağı, avam kelimelerinden türemiş. Asaletle hareket etmekle iyilik arasındaki koşutluğun, zamanla zayıfın, bayağı, acz içinde olanın kutsanması nedeniyle terse dönmesinden rahatsız Nietzsche. Bu çözümlemenin, güç şebekelerinin iyi ve kötüyü tayin edecek değer matrislerini kurma kapasitesine dikkat çekmesi kadar bunun muhtemel yordamı olarak asaleti görünür kılması da önemli.
Kategorik kötülüğümüzün nedeni olan sığlığı çepere sürmenin yoludur asaletle hareket edilmesi, daha doğrusu asaletin kuruculuğunun farkında olunması. Asalet, birincilliğe işaret eder; köklü olma, esaslı olma, özü, temeli teşkil etme. Birincillik ise şu ya da bu biçimde vazgeçilmezliği imler. Bizzat asaletinize kani topluluk için vazgeçilmez olduğunuzdan asilsinizdir. Mesele gerçekten vazgeçilmez olup olmadığınızdır. Gerçekten asil olanın vazgeçilmezliği elinde değildir, vazgeçilmez olmayı tercih edemez, öyledir. Şimdi peşine düşmemiz gereken, bizi, daima bizzat bizim kalacak sığlığa, kötülüğe karşı teyakkuzda tutacak olan, ne yapsak da yakamızı bırakmayacak asalettir. Böyle bir asaletin amacı ancak özgürleşme gayreti olabilir. Hiçbir ferdin birbirini temsile ihtiyaç duymayacağı, herkesin hep asil olacağı, tam da bu nedenle her ferdin bir diğerini temsile razı olduğu bir sığlık, kötülük sözleşmeleri manzumesi. Her türden imtiyazı karşısına alan, sahih vazgeçilmezliğin belirlediği asalet talebine dayanan özgürleşme gayreti, ortağı olduğumuz kötülüğü dindirmenin en yalansız yolu sanki. Kölelik ahlakına bu denli esir edilmiş olmasaydık, yeryüzünü hapishanelerle doldurup “kötü” olanlarımızı buralarda tutmaktan başka çaremiz olmadığına bu kadar kolay ikna olmazdık. Hep birincil/asil olma arzumuzun kötülüğe karşı koymanın bir aracı haline gelmesi özgürleşme talebini gerektirir fakat ayrıca zarafette cisimleşen güzellik arzusu samimiyetimizin yegâne teminatıdır. Yokluğun mertliği öldürmediği (Emine Teyze’yi rahmetle anıyorum) bir dünya için kitlelerin başlıca işi, zarafeti üsluplarınca kazanmak olmalı.