YAZARLAR

İşçiler artık 'arayı bulmak' zorunda

Artık işçi, işçilik alacaklarına ilişkin yahut işe iade talebiyle bir dava açmak istediğinde, dava açmadan evvel arabuluculuğa başvurmak zorunda. Bu hükmü okurken dahi bir tuhaf oluyor insan.

Size iki yeni hukuki gelişmeden bahsedeceğim:

İlki, çokça itiraz edilen İş Mahkemeleri Kanunu Tasarısı’nın Meclis’e gelmesi. Yani yakında yürürlüğe girecek. Bu ara itiraz edilen birçok şey gibi sanırım bunun da önüne geçilemeyecek.

Bu tasarıya neden itiraz ediliyor, kısaca özetleyelim:

En çok itiraz edilen yenilik; iş davalarında “Zorunlu Arabuluculuk”un getiriliyor olması. Şöyle ki; artık işçi, işçilik alacaklarına ilişkin yahut işe iade talebiyle bir dava açmak istediğinde, dava açmadan evvel arabuluculuğa başvurmak zorunda. Bu hükmü okurken dahi bir tuhaf oluyor insan. Düşünsenize, haksız şekilde işten çıkarılmışsınız ya da haklı bir sebeple siz işi bırakmışsınız (bu taciz, darp, hakaret yahut herhangi çirkin bir sebeple de olabilir), tazminatlarınızı alamamışsınız, dava açacaksınız; fakat arabulucuya gitmek zorundasınız. Sizce de burada son derece rahatsız edici bir şey yok mu?

Aslında bu durum; 6325 Sayılı Arabuluculuk Kanunu’nun kendisine de aykırı. Zira, söz konusu Kanun’un “İradi olma ve eşitlik” başlıklı 3'üncü Maddesi şöyle diyor: “Taraflar, arabulucuya başvurmak, süreci devam ettirmek, sonuçlandırmak veya bu süreçten vazgeçmek konusunda serbesttirler”. Yani, açıkça arabuluculuğa başvurmanın tamamen iradi olduğu, kimsenin buna zorlanamayacağını söylüyor. Fakat bu yeni tasarı işçileri buna zorluyor.

Peki arabuluculuğa başvurmadan dava açarsa ne olacak? Davası reddedilecek.

Bir de yetmezmiş gibi, dava masraflarını dahi verirken ciddi sıkıntılar yaşayan işçi, istemeye istemeye başvurduğu arabulucu masrafının yarısını da vermek zorunda. Anlaşamadıkları zaman arabulucuda kaybedeceği zaman da cabası.

Hepimiz biliriz ki; İş hukuku işçi lehine yorumlanan ve yorumlanması gereken bir sistem geliştirmiştir. Çünkü işçi işverenin karşısında güçsüz olan konumundadır ve bu şekilde bir eşitlik sağlanmaya çalışılır. Oysa bu tasarı hükümleri aksine işveren lehine bir yorum getiriyor. İşçiyi hakkından daha azına razı olmaya zorluyor.

Şunu da hesaba katmak lazım; bu ülkede artık her şey yasaların dışında ilerliyor malum. Bu işverenlerin arabulucularla hukuk dışı bir anlaşma içerisine girip –ya da arabulucular üzerinde baskı kurup- meseleyi kendi lehine yöneltmesi işten bile değil. Velhasıl olan yine mazluma olacak.

Bir bu kadar işçiyi mağdur edecek diğer yenilik; zaman aşımı hükmü. Mevcut durumda işçinin kıdem tazminatı için dava açma süresi 10 yıl. Fakat tasarı ile bu süre iki yıla düşürüldü. Bu iki yıllık süre sadece kıdem tazminat için değil ihbar tazminatı ve yıllık izin ücreti için de geçerli.

Ayrıca, iş davalarında temyiz yolu kapatılıyor. Tasarı ile yalnızca istinaf yolu açık tutuluyor ve istinafa başvuru neticesinde Bölge Adliye Mahkemesi'nin verdiği kararlar kesin. Bunun olumsuz tarafı şu; Bölge Adliye Mahkemesi davayı tıpkı Yerel Mahkeme gibi esasına girerek inceler. Yargıtay gibi içtihat oluşturamaz. Bu da hem zaman kaybı hem de yine incelemeyi dar bir alana hapsetmek demek.

Ve son olarak değinmek istediğim önemli bir değişiklik; işe iade davalarında mevcut durumda iş akdinin feshinden sonra kararın kesinleşmesine kadar çalıştırılmadığı boşta geçen süre için, işçiye dört aylık “ücret”i ve diğer hakları (sigorta primleri vs.) ödenmekteydi. Tasarı ile bu “ücret” ibaresi yerine “tazminat” ibaresi geldi ve “diğer hakları” ibaresi kaldırıldı. Yani, işveren artık işçinin boşta geçen süresi boyunca sigorta primini ve diğer haklarını ödemek durumunda değil.

Görüldüğü üzere, işçi için son derece ağır değişiklikler söz konusu.

Bahsetmek istediğim hukuki bir diğer değişiklik de Güzel Sanatlar Eğitimi Yönetmeliği’nin kaldırılması. Biliyorsunuz, ülkede sürekli bir “sessiz sedasız yasa değişikliği” söz konusu. Bu da onlardan biri. Bir gün bir uyandık, Güzel Sanatlar Eğitimi Yönetmeliği kaldırılmış ve kaldırılma gerekçesi hakkında hiçbir gerekçe bildirilmemiş. Ancak birileri soru önergesi veriyor yahut tepki gösteriliyor da ancak o zaman öğrenebiliyoruz. Burada da gelen tepki üzerine, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Basın Müşavirliği tarafından gönderilen bilgi notunda yönetmeliğin kaldırılmasının sebebi olarak; 2015 yılında Resmi Gazete’de yayımlanan bir başka yönetmeliğin aynı hükümleri kapsıyor olması belirtilmiş.

Söz konusu yönetmelik; 15 Ocak 2015 tarihli ve 29237 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Yükseköğretim Kurumları Devlet Konservatuvarları Müzik ve Bale İlköğretim Kurumları ile Müzik ve Sahne Sanatları Liseleri Yönetmeliği”. Bizzat, kaldırılan Yönetmelik ile bu 2015 tarihli Yönetmeliği inceledim. Hiç de öyle yeni yönetmelik zaten eskisini kapsıyordu gibi bir durum yok. Şöyle bir durum var:

Kaldırılan Yönetmeliğin 10'uncu maddesinde “Bakanlığa bağlı ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarında öğrenim gören ve güzel sanatlar alanlarında özel istidat ve kabiliyetleri beliren öğrenciler, velilerinin de muvafakatı alınarak öğrenim gördükleri okullarındaki eğitim-öğretim zamanları  dışında konservatuvarların mevzuatına uygun olarak bu kurumlarda sanat eğitimi alabilirler” şeklinde bir madde vardı. Kapsıyor denilen 2015 tarihli Yönetmelik'te bu madde yok. Bu durumda, güzel sanatlar alanında yetenekli öğrencilerin öğrenim gördükleri okul dışında konservatuvarda eğitim görebilme şansları ellerinden alınmış görünüyor. Bana sorarsanız bu, yeterince büyük bir farklılık.

Ayrıca yine, kaldırılan Yönetmelik'te okul/kurumlarda kontenjan, başvuru, öğrenci seçimi, kayıt-kabul ve öğrenci nakil işlemlerinde, “ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarında uygulanan ilgili mevzuat hükümlerine uyulacağı” belirtilmişken, 2015 tarihli Yönetmelik'te; “konservatuvar veya fakülte kurulunun görüşü alınarak konservatuvar veya fakülte yönetim kurulu tarafından hazırlanan ve üniversite senatosunca kabul edilen yönerge ile belirleneceği” belirtiliyor. Esasında; üniversitelerin bağımsız olmasını, kendi kendini yönetmesini, her üniversitenin kendine münhasır bir çizgisinin olmasını savunduğumuz bir şey. Fakat hali hazırda bu bağımsızlığın bu hükümle sağlanması mümkün değil. Çünkü bu hüküm aynı zamanda şu demek; okul yönetiminin başında rektör olduğuna göre, büyük ihtimalle rektör ne derse o olacak. Rektörlerin de kim tarafından atandığı malum. Ülkemizde cumhurbaşkanı da artık tarafsız değil.

Bu son değişiklikler de bir süredir olduğu gibi pek iç açıcı değil ne yazık ki. Sosyal devlet anlayışından uzaklaşıldığı, güçlü olanın desteklendiği, kadınların, çocukların ve de işçilerin mağdur edildiği, suçlunun hareket alanının genişletildiği; fakat en kötüsü bu hükümlerin dahi tam olarak uygulanmadığı bir hukuk anlayışı giderek hakimiyet kazanıyor. Unutmayalım ki; bu durumun bilincinde olmak, bu anlayışla mücadele etmenin belki de en önemli parçası.


Tuba Torun Kimdir?

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Kadın Meclisleri avukatı ve Kadın Adayları Destekleme Derneği yönetim kurulu üyesidir. ‘Bayan Değil Kadın’ programını hazırlayıp sunmaktadır. Aktif olarak siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.