YAZARLAR

Normal olmak artık çok zor

Psikiyatri kendi sınırlarını bilmeli ve büyüklenmeci bir tavırla normal insan davranış, yaşantı ve düşüncelerine müdahale etme hakkı olmadığını görmeli. Gündelik kaygıların, can sıkıntısının, unutkanlığın, kötü yeme alışkanlıklarının ruhsal hastalık olmadığını, kendimizi rahat hissetmediğimiz, kültürel ya da sosyal nedenlerle aidiyet duygumuzu yitirdiğimiz bir toplumda uyum sıkıntısı çekmemizin hastalık olmadığını fark etmeli.

ABD Pennsylvania eyaletinde 1969 yılının soğuk bir kış günüydü. Güneş öğleden sonra iyice yoğunlaşan bulutların arkasına saklanmıştı ve pek de yüzünü göstermeye niyetli değil gibiydi. Kirli ve dağınık saçları, günlerdir kesmediği sakalıyla David Rosenhan kararsız adımlarla eyaletin en büyük psikiyatri kliniğinin aciline girdi ve nöbetçi doktorla görüşmek istediğini söyledi. Hemşire onu görüşme odasına aldı ve nöbetçi doktoru aradı. Hastanın kimlik bilgilerini alıp kaydını yaptıktan hemen sonra nöbetçi doktor geldi ve Rosenhan’ın elini sıkarak kendini tanıttı.

Sabahtan beri altı yeni hasta yatışı yapmış olan doktor tedirgin gözlerle kendisini süzen hastaya baktı ve şikayetinin ne olduğunu sordu. “Sesler duyuyorum,” dedi Rosenhan. “Sonra etrafıma bakınıyorum ama kimse yok.” “Hmm, peki bu sesler belli bir şey söylüyor mu size?” diye sordu doktor. “Çoğunlukla “puff,” ama bazen de “boş” diyor,” diye yanıtladı hasta. “Ne kadar zamandır duyuyorsunuz bu sesleri ve ne sıklıkla?” “Bir haftadır ve neredeyse her gün. Tedirgin olmaya başladım artık.”

Hastanın ayrıntılı muayenesinde başka bir bulguya rastlanmadı. Evde tek başına kalmaya korkan hastayı yatırmaya karar verdi nöbetçi doktor. Prosedür gereği, herhangi bir intihar riski olmamasına rağmen ilk geceyi kapalı serviste geçirmek zorundaydı. Tanı şizofreni şüphesiydi. Hastanın işitsel varsanıları vardı. Seslerin bir an önce kaybolması için bir antipsikotik başladı ve rahat uyuyabilmesi için de bir uyku ilacı yazdı takip dosyasına. Rosenhan geceyi sakin ama diğer hastaların bağırış çağırışları arasında gözünü bir dakika bile kırpmadan geçirdi. Sabah vizitinde sesleri artık duymadığını ve klinikten çıkmak istediğini ifade etti ama onu biraz daha tutup gözlemek istediklerini ve çıkmasına izin veremeyeceklerini söylediler. On günden fazla klinikte kalmak zorunda kaldı, takip eden günlerde de hiç ses duymadığı halde.

David Rosenhan verilen hiçbir ilacı yutmamış, tuvalete atmıştı. Zaten ses filan da duyduğu yoktu. Kendisi de bir psikoloji profesörüydü ve psikiyatri kliniklerinde kullanılan tanı kriterlerinin ne kadar güvenilir olduğuyla ilgili pek de etik olmayan bir deney yapıyordu. Başka dört meslektaşının da aralarında bulunduğu 12 kişi Amerika’nın farklı eyaletlerindeki psikiyatri kliniklerine aynı şikayetlerle başvurmuşlardı. Ve taburcu edilmeleri için 7 ila 52 gün arasında bir süre geçmesi gerekmişti. 1973 yılında ünlü ‘Science’ dergisinde yayınladı bu deneyin sonuçlarını. Bu yayın psikiyatri tanı kriterlerinin güvenilirliğiyle ilgili ciddi bir tartışmanın başlamasına yol açtı. Rosenhan psikiyatriye karşı değildi, yalnızca doğru gitmeyen şeylerin düzeltilmesiyle ilgili ses getirmeye çalışıyordu ve bunu garip bir yoldan da olsa başarmıştı.

PSİKİYATRİNİN KUTSAL KİTABI: DSM

Psikiyatrik hastalıkların sınıflandırılmasına ve istatistiksel verilerin toplanmasına olanak sağlamak ve psikiyatrlarla araştırmacılar arasında ortak bir dil oluşturabilmek amacıyla ‘Amerikan Psikiyatri Birliği’ (APA) ilk olarak 1952 yılında bir ‘tanı kriterleri kataloğu’ olan DSM’yi (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) oluşturdu ve o günden günümüze bu katalog üç kez yenilendi. En son 2013 yılında yapılan değişiklerden sonra adı DSM-5 oldu. 1952 yılında bu katalogda 106 olan hastalık sayısı, 18 Mayıs 2013’te yayınlanan DSM-5’te 300’ün üstüne çıkmıştı. Tıbbın hiçbir alanında hastalık sayısı bu kadar hızla ve bu kadar çok artmamıştı yıllar içinde.

DSM-5 çevresinde ciddi tartışmalar koptu. Bu tartışmaların başını da, ilginçtir, 1994 yılında DSM-4’ü yayınlayan komitenin başkanı Allen Francis çekiyordu. Artık emekliye ayrılmış ve bir ara Amerika’nın en önemli psikiyatrı seçilmiş olan Francis’i ne bu kadar rahatsız etmiş olabilirdi? Sonuçta o da yıllar önce aynı şeyi yapmamış mıydı?

Francis’in yaptığı eleştirilerden kendi de muaf değildi aslında. 1994 yılında iyi niyetle yaptıkları değişiklerin nasıl suiistimal edildiğine, özellikle ilaç kartellerinin kazançlarını katbekat arttırdıklarına üzülerek tanık olmuştu. 2010 yılında APA’in web sayfasında tartışmaya açılan DSM-5’in normal ile hastalık arasındaki sınırı iyice muğlaklaştıracağını ve bir günde milyonlarca yeni hasta yaratacağını iddia ediyordu. Ve bu da ilaç firmalarının kârlılığını inanılmaz boyutlara çıkaracaktı. Çünkü psikiyatrik hastalıkların esas olarak biyolojik kökenli olduğu iddiası daha da güçleniyordu DSM-5’le ve bu da tedavinin ağırlıkla ilaçlarla yapılması anlamına geliyordu. İnsanların ruhsal sıkıntılarının psikolojik, toplumsal ve kültürel kaynakları tamamen göz ardı ediliyordu.

DSM-5’in yayınlanması için çalışacak komite ilk olarak 1999 yılında toplandı. 39 ülkeden 1500 uzman 14 yıl boyunca 13 büyük konferans yapmış, 200’den fazla bilimsel çalışma ve on kitap yayınlanmıştı bu konuda. Bunca insan nasıl ve neden bu kadar tek yanlı düşünüyordu acaba? Komiteye yakından bakınca 1500 uzmanın yüzde 70’inin ilaç firmalarıyla yakın bağları olduğu görülüyordu. Danışmanlık yapıyorlar ve bundan ciddi bir gelir elde ediyorlardı. Bu da psikiyatri dünyasında ve ilgili çevrelerde ciddi bir şüphe ve kaygı uyandırıyordu.

DSM tanı kriterlerine göre Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların yüzde 38.2’si her yıl en az bir psikiyatrik hastalık yaşıyordu. ABD’de durum daha da kötüydü. Toplumun yüzde 46’sı psikiyatrik olarak hastaydı. Ruhsal olarak hasta diye tanılanan çocukların sayısı son 20 yılda 35 kat artmıştı. Psikiyatrik müdahale gerektiren yaşlılar yüzde 554 fazlalaşmıştı.

DSM-4’te yapılan iki basit değişiklik nedeniyle bir anda otizm tanısı 40, bipolar tanısı da iki kat artmış, bu da Francis’i dehşete düşürmüş ama bir şey de yapamamışlardı. DSM-5’le gelen tehlikenin çok daha büyük olduğunu biliyordu.

Artık işini kaybetme kaygısı yaşayan – günümüzde kim yaşamıyordu ki bunu – ve bu nedenle uykuları bozulan insanlar hastaydı. İş hayatında beklentilerin gittikçe artması nedeniyle yaşanan güven kaybı ve yetersizlik duygusu da bir hastalıktı örneğin. Ünlü ‘tükenmişlik sendromu’ndan (Burnout Sendromu) bahsediyorum, evet.

NORMALİN SINIRLARI...

Hoş bir partideyim, içki su gibi akıyor ve salonun köşelerine yerleştirilmiş masalardaki yiyecekler gerçekten iştah açıcı. Beni davet eden ev sahibi dışında hemen hemen hiç kimseyi tanımıyorum ve bu da biraz tedirgin ediyor beni – ‘sosyal anksiyete bozukluğum’ mu var acaba? Ben de elimde soğuk beyaz şarabım yemek masalarından birinin yanına yerleşiyorum. Her şey o kadar lezzetli ki, yavaş yavaş başladığım atıştırma, tıkınırcasına yemeğe dönüşüyor kısa sürede (Binge Eating Disorder’ım mı var acaba? – ‘tıkınırcasına yeme bozukluğu’) Ev sahibi yalnız kaldığımı fark edip sık sık birilerini tanıştırıyor bana. Nedense adlarını unutup duruyorum insanların. Hay Allah ‘light cognitive disorder’ – hafif bilişsel bozukluk, demans başlangıcı – olmasın sakın? Tanıdığım, tanımadığım insanlarla Türkiye’nin gidişatını konuşup duruyorum ve hepimiz takıntılı bir şekilde ülkeden gitmek gerektiğini düşünüyoruz. Konuyu değiştirsek de laf dönüp dolaşıyor, yine Türkiye’nin ahvaline geliyor. Hepimiz mutsuz ve kaygılıyız. (Alın size bir tanı daha; ‘adaptation disorder’ – ‘uyum bozukluğu, depresyon ve kaygı bir arada’) Sonunda beni tanıyan biri çıkıyor konukların arasında. Benim ne kadar tez canlı ve birçoğunu hayata geçirme şansı bulamadığım yeni projeler peşinde koşan biri olduğumu biliyor. Biraz da alayla maymun iştahlılığımın devam edip etmediğini soruyor; birkaç kadeh içmiş anlaşılan ve pasif agresif bir tavır sergiliyor. ‘Alkol kötüye kullanım bozukluğu’ mu var acaba? Peki ya benim durumum? Acaba bende de ‘dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu’ mu var?

Gördüğünüz gibi güzelim bir partide beş ayrı tanı aldım ve bir başkasını da hasta ilan ettim. Bunların hepsi de uygun ilaçlarla tedavi edilebilir ruhsal bozukluklar.

Burada şu soru geliyor akla: Normal nedir ve psikiyatrinin normalin tanımlanmasındaki rolü ne olmalıdır? Ben belki biraz içe dönük ve çekingenim yalnızca, sosyal anksiyetem filan yok. Ayrıca iştahım çok açık ve kendi sağlığıma da çok fazla özen gösteren biri değilim, tıkınırcasına yeme bozukluğum yok. 50 yaşında çok meşgul bir adamım, bu nedenle de unutkanım, hafif bilişsel bozukluğum yok. Ayrıca işimi o kadar çok seviyorum ki, hep bir şeyler üretebilmek istiyorum tutkuyla; dikkat eksikliğim filan yok. Türkiye’nin durumuyla ilgili endişelenmemden normal ne olabilir ki, sonuçta gidişattan hiç de memnun değilim ve ülkesiyle ilgili sorumluluk sahibi bir vatandaş olarak endişe ediyorum ve çocuklarımın özgürlüklerin rafa kaldırıldığı bir ülkede büyüyor olmalarından dolayı da mutsuzum; uyum bozukluğum yok yani.

Psikiyatri kendi sınırlarını bilmeli ve büyüklenmeci bir tavırla normal insan davranış, yaşantı ve düşüncelerine müdahale etme hakkı olmadığını görmeli. Gündelik kaygıların, can sıkıntısının, unutkanlığın, kötü yeme alışkanlıklarının ruhsal hastalık olmadığını, kendimizi rahat hissetmediğimiz, kültürel ya da sosyal nedenlerle aidiyet duygumuzu yitirdiğimiz bir toplumda uyum sıkıntısı çekmemizin hastalık olmadığını fark etmeli. Çünkü bu nedenle gerçekten hasta olup psikiyatrik desteğe ihtiyacı olan hastalar ihmal ediliyor. İsviçre’de yapılan bir araştırmaya göre gerçekten depresyonda olan hastaların yüzde 80’i uygun ilaç tedavisi görmezken, antidepresanların büyük çoğunluğunu aslında hasta olmayanlar kullanıyor.

İnsanlık hallerinin biyolojik işaretlerini arayan ve bütün yaşayıp ettiklerimizin beyindeki nörotransmitterlerin bir oyunu olduğunu düşünen psikiyatri hastalıkların biyolojik ve genetik nedenlerinin peşinden koşarken insanın kendisini unuttu ve kaybetti günümüzde. Oysa insan biyolojisi ve genetiğiyle birlikte psikolojik ve toplumsal bir yanı da olan, içinde doğup büyüdüğü kültür ve ‘Zeitgeist’ tarafından da şekillendirilen ve bu nedenle de özgün ve biricik olan bir canlıdır.

Psikiyatriyi biyolojikleştirme çabalarının altında ilaç firmalarının açgözlülük nedeniyle yaptıkları manipülasyonlar kadar kapitalizmin bireyselleşme yalanı üzerinden insanları tektipleştirme ve dolayısıyla düzene tabii kılma isteğinin de yattığını düşünüyorum. Ötekinin bir tehdit olarak algılandığı, yabancıya tahammül ve saygının kalmadığı tehlikeli bir dünyada psikiyatriye de toplum polisi olmak düşüyor ne yazık ki.

Bu tehlikeden kurtulmanın yolunun ne olduğunu da belki gelecek hafta tartışırız.

Bu arada, Gazete Duvar ailesine katılmaktan mutlu olduğumu ve yeni bir heyecanla tekrar uzun uzun yazmaya başladığımı belirtmek isterim.