Türkiye'yi kötü gösterenler
Valla biz gittiğimiz ya da bulunduğumuz her yerde bu ülkeyi, eleştirel, açık fikirli, alanlarındaki her tartışmadan her biçimde haberdar, ondan sonracıma elinden geldiğince şık, zarif ve bakımlı akademisyenler olarak “çiçek gibi” gösterdik… Belki şıklık ve bakımlılığa pek gerek yoktu ama bunu da götürmeye çalışıyorduk beraberimizde. Onlar kendi hallerine yansın. Gerçi yanmak için bile evvela bir kıvılcım lazım ki ölü ruhlarında hiç olmayan bir şey bu.
Bu haftayı da derinlemesine bir hayal kırıklığıyla ortaladık... OHAL komisyonunun dipsiz kuyusuna Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) eliyle itiliverdik...
AİHM, KHK’larla işten atılan 100 bini aşkın kamu çalışanını yakından ilgilendiren çok önemli bir kararı bir nefeste alıverdi. Davacı bir öğretmene “OHAL inceleme komisyonuna başvurun” dedi. Diğer bir deyişle önce orayı tüketin dedi. Orayı tüketmek de şimdilik imkansız görünüyor. Komisyonun ömrümüzü geniş geniş tüketmesi çok daha muhtemel.
Bu konu üzerine çok yazılıp çizilecek. Ben memleketin duygular sosyolojisine yönelik ilgim çerçevesinde, AİHM haberi hakkında sosyal medyadaki bazı yorumlarda öne çıkan, Türkiye’yi kötü gösterme konusuna bir değineyim istiyorum. Zira bu yorumlara göre, hem önceki yapıp edilenlerle hem de şimdi hukuk mücadelesini uluslararası alana taşımakla memleketi kötü göstermeye devam ediliyor.
Oysa bu noktada sorulacak ne çok soru var.
Kamudan tasfiye edilenler arasında 400’e yakın barış akademisyeni bulunuyor. Barış akademisyenlerini tasfiye eden üniversiteler ise kendi ikballeri için bu memleketin her kıymetini gözden çıkarabilecek ibişlerin üniversiteleri. Yetişmiş 400 akademisyen bir kıymet değilse, nedir Allah aşkına? Akademik özgürlüklerden, ifade özgürlüğünden, insan haklarından haberi bile olmayan bu ibişler bu ülkeyi kötü, hukuksuz, zalim vs. göstermiyor da barış akademisyenleri gösteriyor, öyle mi?
Valla biz gittiğimiz ya da bulunduğumuz her yerde bu ülkeyi, eleştirel, açık fikirli, alanlarındaki her tartışmadan her biçimde haberdar, ondan sonracıma elinden geldiğince şık, zarif ve bakımlı akademisyenler olarak “çiçek gibi” gösterdik… Belki şıklık ve bakımlılığa pek gerek yoktu ama bunu da götürmeye çalışıyorduk beraberimizde. Onlar kendi hallerine yansın. Gerçi yanmak için bile evvela bir kıvılcım lazım ki ölü ruhlarında hiç olmayan bir şey bu.
Şimdi bunlar hiçbir zaman “kandırılamamış”, darbeci zihniyetin olduğu kadar FETÖ’cü örgütlenmenin tehlikelerine de en net biçimde dikkat çekmiş ve karşısında yer almış olan demokrat ve muhalif akademisyenlere en ağır bedeli ödetme hakkını buluyorlar kendilerinde. Güzel iş... Güzel-iş sendikası kursunlar kendi aralarında bence. Yakışır.
Gelelim şu memleketi kötü gösterme meselesine. Bu ülkede çok sayıda yazar, çizer, sanatçı, karikatürist ve gazeteci aylarca bu kadar kolayına cezaevinde tutulabiliyorsa, bu biraz da Türkiye’yi kötü gösteriyorlar teranesinin etkisiyle, bu okur-yazar ya da sanatçı topluluğa duyulan dört başı mamur nefrete güvenilmesindendir.
Bireysel düzlemde kendini gerçekleştirememe ile toplumsal düzlemde kendini gerçekleştirememe psikolojilerinin kafa kafaya verdiği bir yerden konuşur bu nefret. “Önümü kestiler” psikolojisi, bilinçdışının bir el çabukluğuyla tuhaf bir biçimde, “dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket”in önünün kesilmesi meselesine dönüşüverir. O yüzden de uluslararası bir üne sahip birçok sanatçıdan, ne kadar sevilirlerse sevilsinler, genellikle bu sevgiden daha güçlü bir duyguyla nefret de edilir.
Çünkü onlar Türkiye’yi kötü gösterenlerdir, onlar memleketin kırık kolunu yeninden çıkarıp dünya aleme gösterenlerdir. Onlar memleketin önünü kesenlerdir… Bu nefret, yeri geldiğinde, haber yapacağım diye uğraşan gazetecilere, bilim yapacağım diye debelenen akademisyenlere kadar uzanır. Kendi ülkelerine yabancı, karanlık ve cahil tipler olarak kolaylıkla damgalanabilir ve her türlü hedef gösterilirler. Çünkü memleket kötü gösterilmiştir. Nokta.
Hele memleket meselelerini uluslararası bir kamuya hitaben dile getirenin vay haline. Bu kişi en iyi ihtimalle bir gıdım ün kazanmak için memleketini satıyordur. Sanırsın dünya alem, Türkiye parsel parsel satılsa da biz de hisselensek diye bekliyor. Neyse ki bu kötü gösterilme hezeyanı sadece bize mahsus değil. Dünyanın birçok başka ülkesinde çeşitli dozlarda rastlanabilecek yaygın bir milliyetçi hezeyandır bu.
Mesela küçük bir Finli grupla bir konuşmamızı hatırlıyorum. Bir ara sohbet olsun diye lafı Finlandiya’ya dair en iyi bildiğim konuya getirmiş ve Aki Kaurismäki sinemasından söz etmiştim. Kaurismäki’nin filmlerine ne kadar bayıldığımı filan söylemiştim. Küçük grupta, kibar gülümseyişler altında bastırmaya çalışılan huzursuz bir kıpraşma olmuştu. Sonra içlerinden biri, “iyi bir sinemacıdır ama Finlandiya’yı kötü gösteriyor” demişti. Artık bu “kötü gösterilme” teranesinin dünyanın başka bir yerinde bu kadar tanıdık bir biçimde okunmasına mı şaşarsın, Aki Kaurismäki filmlerindeki, ne avlanma arzusu ne de bağlanma korkusu bilen o yayla yürekli adamların bir çırpıda harcanmasına mı… Öyle tuhaf bir durum olmuştu. Birkaç dakikalık suskunluk anı içinde dilimin ucuna gelen, “Finlandiya’yı kötü gösteren belki de sensindir beyfendi, Aki Kaurismäki olsa olsa ülkesine aşık eder insanı” cümlesini yutmayı tercih etmiştim. Bir Finlandiyalı’ya karşı Kaurismäki kavgası vermek kolay iş değildi ne de olsa.
Şimdi düşünüyorum da bu itiraz aslında burada çok işimize yarayabilir. Bu söylemi her fırsatta tersine çevirmek gerekir. “Türkiye’yi kötü gösterme” teranesinin okunduğu her yerde basitçe ve derhal “bu ülkeyi kötü gösteren sensin” diyebilmeli insan. Bütün mesele burada.