Kaybedilmeye karşı kaybolmaya bir çağrı
Hayattan alınabilecek hazların ve dolayısıyla var olmanın güzelliğinin kefilidir sanat. Çünkü hayatı sevebilme olanağını bize gösterendir. Onun kullandığı özerk dil, meşru zevklerin yerine sahiden zevk aldığımız şeyleri koyabilme olasılığını gösterir. Kendimize dair hakikatin, aslında kendimizde bilmediğimiz, anlamadığımız yönlerimizde yattığını hatırlatır.
Bir olay örgüsünün içinde karakterlere karışmak, yengilerini kayıplarını üstlenmek, kahramanların kendi kendileriyle kavgalarının, birbirleriyle didişmelerinin sevişmelerinin parçası olmak, korkudan hazza, öfkeden neşeye duygulanımlarda köşe kapmaca ve belki körebe oynamak. Belki de bir resimde renklere bulanıp morlardan sarılardan oluşan üzüm bağından aşırdığımız bir salkımı dişlemek, yıldızlı bir gecede servi ağaçlarının arasında gezinmek, olgunlaşmış mısır tarlarının üstünde yıldızlara karışmak, köylüsünü sürdüğü toprağın boyasıyla boyayan bir ressamın (1) omzuna tüneyip dünyayı seyreylemek ya da tıpkı Oduncu’da (2) bize göz kırpan varlıkla hasbıhal etmek. Vazgeçtiğimiz her şeyin özeti misali dokunaklı gelenin acı bir alay gibi (3) ruhumuzu teslim alarak tuşların tellerin muhabbetindeki derinliğe dalmak, kürdîlihicâzkâr saz semaisinde (4) Dionysos Şenlikleri'ne doğru yola çıkmak, Requiem'de kutsallıkta yok olmak. Kısaca sanatın daha nice örneklerinde kaybolmak. Evet kaybolmak ve ancak mantığın, yasalara boyun eğerek uyumlu ve itaatkâr olmanın bizden aldıklarını yeniden kazanma imkânına kavuşmak. Sanatın bir yönüyle vasfı kendimizi unutmak, iyi ve kötüyle işleyen ahlâkın düsturlarına boyun eğen yanlarımızı, feragat eden yanlarımızı, arzularımızdan sarfı nazar etmemize yol açan konformizmimizi unutmak değil midir? Ve bu unutuşla başka imkânların önünü açmak değil midir?
Hayat meşakkatli bir uğraştır. Bu uğraşıyı zorlu kılan çeşitli gaileler içinde olduğumuz nispetinde hayattan gerçekten zevk alabilmenin güç olmasıdır. Elbette güç olacaktır, yaşamanın getirdiği zorluklar değil midir ki şöyle ya da böyle hazlarımızdan feragat etmemize yol açmaktadır, iliğimizi, kemiğimizi sömürüp bizi böylesi cılız kılmaktadır. İşte bu güçlüğe rağmen hayattan alınabilecek hazların ve dolayısıyla var olmanın güzelliğinin kefilidir sanat. Çünkü hayatı sevebilme olanağını bize gösterendir. Onun kullandığı özerk dil, meşru zevklerin yerine sahiden zevk aldığımız şeyleri koyabilme olasılığını gösterir. Kendimize dair hakikatin, aslında kendimizde bilmediğimiz, anlamadığımız yönlerimizde yattığını hatırlatır. Çünkü okuduğumuzdan, seyrettiğimizden, dinlediğimizden kendimize dönüp bakmamızı, olduğumuz yer ile sezinlediğimiz, gördüğümüz yer arasındaki uzaklığı fark etmemize meydan verir. Böylelikle de hayata dair, kendi hayatımıza dair neyse o olarak yadırgamaksızın kullandığımız dile taşıdığı şüphelerle, onda yarattığı gediklerle başka bir dilin arayışına meydan verir. Alışkın olduğumuz ve sorunsuz olduğuna kanaat getirdiğimiz sözcüklerin yerine yeni sözcükleri koyma şevkini yaşatır. Sezgilerimizi güçlendirerek yüreklerimizden doğana bizi yabancılaştıran emirlerin, buyrukların dili yerine, başka bir hayatın olanağını önümüze seren yeni bir dili geçirmemize kapı aralar.
YA DA KAYBEDİLMEK
Siyasetiyle üretim dizgeleriyle hukukuyla toplumsal hayatın isterleri kurallarla çevrelenmiştir. Sınırlar koyarak düzenini kurar. İyi ve kötüyü vazederek içselleştirmemizi istediği bir ahlâkı koyar önümüze. Her an çoğunluğun tiranlığına yol açabilmesi çok mümkün olan bir hayata mahkûm olma tehlikesi taşır, üstelik bizi değişik derecelerde suç ortağı kılarak. Çünkü alışkanlıklara prim verir. Alışkanlıklarsa görünüşte sorunsuz ancak bedeli ağır olan ‘başarısız’ bir hayatın sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Böylesi bir hayat, dar bir sözcük dağarıyla yol alır esasen. Zaten yasa ve yasaklarla sınırlananın ihtiyacı olan, başka türlü yaşamanın, olabilmenin imkânını taşıyan bir dil değil, dağarında ‘zorunluluk’, ‘görev’, ‘ciddiyet’, ‘yükümlülük’, ‘fedakârlık’, ‘yararlı olmak’ sözcüklerinin kol gezdiği umumi olanın dilidir: Zevk almamız gerekenleri vazeden, belli bir biçimde görmeyi, konuşmayı dayatan bir dil, yasaklamayı arzulamamızı isteyen bir dil, bizden başkalarıyla birlikte yaşamayı değil, biteviye başkaları için yaşamayı talep eden bir dil. Hazlarımızı baltalayarak bizi kurban olmaya çağıran, kurban olmanın en yüce mertebe olduğunu sürekli kulağımıza fısıldayan bir hayatın dilidir bu. Olmayı değil, yapmayı esas alır. Aslında bu, belli bir tarzda var olabilmek, bir anlamda varken neredeyse yok sayılmak anlamına da gelir. Sadece bir sayı olmak, bir istatistiki veri derekesine dönüşme hali. Diğer bir deyişle kaybedilmemizin adıdır bu. Çünkü ‘tuhaf’ olanı sürekli olarak kapı dışarı etmektedir, keyfi ucuz zevklere kurban etmektedir. Böylelikle de hikâyesi olan, hikâyesini değiştirebilecek olan bizleri hikâyesizleştirmektir böylesi bir hayatın bize sunduğu.
KAYBEDİLMEK Mİ YOKSA KAYBOLMAK MI?
Yasakların, buyrukların keyfe yasak diline karşılık, iyi ve kötünün ahlâkına karşılık izlenimlerimizi çoğaltacak önerilerin diline, sezgilerimizi güçlendirecek bir dile, birlikte yaşamayı keyif haline getiren coşkun ahlâklara acilen ihtiyacımız var bugün. Oscar Wilde’ın hatırlattığı üzere ‘güzellik’, ‘itaatsizlik’, ‘gelişme’, ‘haz’, ‘kusursuzluk’, ‘hayatın güzelliği’ gibi sözcüklerle işleyen bir dili haykırmaya ihtiyacımız var. İşte sanat tam da acil ihtiyacımız olan yeni bir sözcük dağarına kavuşma imkânına bir çağrıdır. Bir eşiktir, eşik ki toplumsal hayatın isterlerinin uğursuz saydığı bir haldir. Başka türlüsü beklenebilir mi ki zaten, telkinin çok değerliliğe kapalı dolambaçsız diliyle işleyen bir düzenekten. Oysa sanat, kurallarla düzenlenmiş toplumsal ilişkilerin yerine ortak yaşamanın alanı olan bir tür communitastır, tekinsiz, gayri ahlâki olana çağrısıyla bu nispette de coşkulu, esinleyen bir eşiktir. Kaybedilmek yerine kaybolmayı, kaybolarak ve bu sayede büyüyerek yeniden dirilmeyi mümkün kılan bir eşik.
(1) Millet’nin figürleri için söylenir.
(2) Şeker Ahmet Paşa.
(3) Chopin’in Op. 10 No 3 (Tristesse) adlı eseri için Levi-Strauss’un dile getirdiklerinden.
(4) Tatyos Efendi'nin bu eserini klarnette Mustafa Kandıralı’nın olduğu şu yorumunu öneririm: https://www.youtube.com/watch?v=K_6y91ETv5M