YAZARLAR

'Dünya Güzellerim' ve iki ucu çamurlu çarşaf

Dünya Güzellerim, dörtlüsünün rengarenk Hindistan macerası paralel evrende akarken bir yandan da Onur Yürüyüşü’nde (Pride 2017) LGBTİ birey başına üç polis düşüyor. Yaşamın en ufak rengini soldurmaya, gökkuşağını bazukayla vurmaya ant içmiş gibi görünen bir dönemin de izleyicisiyiz, topluca. Reyting ihtimali yine de oralarda değil, iki ucu çamurlu çarşafta olduğuna göre, kabul edelim, bizde esasen renklilik değil sevilen, çamurun bin bir tonu. O yüzden, izleriz yani, nedir, nelerin nelerin izleyicisi değiliz ki… Helal olsun, düşmanlarımız çatlasın ohhh, benim dünyaaa güzellerim!

Aylardır konuşuluyordu, sonunda geçen Çarşamba Show TV’de başladı Dünya Güzellerim. Burcu Esmersoy, Safiye Soyman, Banu Alkan ve Bülent Ersoy’un 60 bavulla çıktıkları Hindistan-Nepal-Vietnam seyahatini konu alan bir gezi programı bu. “Mezi” demek daha doğru olur gerçi, gezi işin sosu değilse de, mezesi. Esas fikir bu dört kadını bir nevi cam asansöre koyup düğmeye basmak. Fonda birtakım egzotik görüntüler akarken kendi aralarında tepişmelerini izlemek. Asansör arıza yapıp zınk diye kat arasında kalırsa, ne iyi. Tepişmenin hararetinden kopup son hızla arzın merkezine doğru yuvarlanırsa hele, şahane!

BİR ATIMLIK BARUTLA YOLA KOYULMA HÂLİ

Bir Kore formatından uyarlanmış olsa da, program temelde yukarıdaki tarzda bir fikrin ürünü gibi duruyor. İlk bölüm itibarıyla da maalesef durum, kağıt üstünde parlak görünen bu fikirden büyülenerek bir atımlık barutla yola koyulma hâli gibi görünüyor. Bunun sonuçları bir reyting hezimetiyle alındıysa da daha belli olmaz, ikinci bölümde işin rengi değişebilir belki. Bu yazının derdi tabii programın reyting analizini yapmak değil. Yıllar, yollar geçse de bizde bir türlü oturmayan bu fikir organizasyonu işini ve izleyicimizin giderek porno boyutlarına varan “çamur sevgisi”ni biraz deşmek.

BİR TAŞLA BEŞ KUŞ VURAN İSİM SEÇİMİ

Önce programın yaklaşık 100 dakikalık birinci bölümünde neler olup bittiğine bir bakalım. Konsepte uygun olarak “sahne” mantığıyla akan jenerikte, oynak bir Hint melodisiyle dört kadın tek tek arz-ı endam ediyor. Assolist Bülent Ersoy tabii. Banu Alkan’ın görüntüsüne şuh kahkahası ve bildik “Oh my god!” nidası biniyor. Bülent Ersoy’a ise “Helal olsun/Ablanız size kurban olsun/Benim dünya güzellerim!” sözleri eşlik ediyor. Ersoy’un meşhur sahne sözleri bunlar, malum. Sonuncusu, programın isim kaynağı olmuş. Hem kimin borusunun öteceğini belli etmesi hem de dünyayı gezen bu “güzelleri” işaret etmesi bakımından bir taşla beş kuş vuran iyi bir isim seçimi. Banu Alkan’ın çoktan kendisinin karikatürü haline dönüşmüş durumu ve Safiye Soyman’ın uzatmaları oynayan alaturka şanslısı “şöhreti” düşünülürse ortada gerçek bir rekabet falan yok. Yine de hemen anlıyoruz ki, kadınlararası bir çekişmenin altı sürekli çizilecek, bir nevi çamur güreşi izleyeceğiz.

Burcu Esmersoy besbelli ki İngilizce bilmesi ve elli küsur kilo oluşu nedeniyle, diğerlerinin aşırılığının altını çizen bir modern kadın figürü olarak programa iliştirilmiş. Altın Kızlar benzeri, stereotipik bir dörtlü oluşturulmuş yani: Zehir dilli zeki kadın, şuh kadın, dobra- saftirik kadın ve kariyer sahibi modern kadın. E tamam, bu çalışır. Sorun galiba başta dediğim gibi “bu dörtlüyü nereye nasıl koysan izlenir,” algısında yatıyor.

DRAMATİK BİR ZITLIK YAKALANAMIYOR

Komedinin zıtlıktan beslendiği bir sır değil. Bu aşırılık harikası karakterleri Hindistan gibi kendinden desenli bir coğrafya yerine mesela Birleşik Krallık’a göndermek daha iyi fikir olabilirdi. Böylelikle alaturka aşırılıkla Batılı sadeliğin çatışmasını bir nevi tarz/töre komedisi biçiminde izler, dramatik bir zıtlık yakalayabilirdik. Verili durumdaysa kat kat tüllere sarılı Banu Alkan’ından hırsız maymununa bir nevi göz yoran sirk izliyoruz. Tabii şöyle de bir durum var: Dörtlünün Batılı gelenek, göreneklerle imtihanı yerli izleyicinin yer yer kanına dokunabilirdi. Kol kırılır yen içinde kalır, bize ancak biz güleriz, malum. Kadınları her açıdan daha “geri” bir coğrafyada gezdirmenin izleyicinin alttan alta hoşuna gideceği hesaba katılmış olmalı. Her durumda bizde dizilerde de sıkça rastlanan bir hataya düşülmüş: Gündelik gerçeklikten, eldeki malzemeden yeterince yararlanamamak, sürgit aşırılıktan beslenen bir parodi/skeçler dizisi yaratmak.

ASIL SORUN AKIŞIN DOĞAL OLMAMASI

Bana göre sorun, sosyal medyada ifade edildiğine rastladığım gibi akışın doğal olmaması, kurmaca olması değil. Hatta tabii ki öyle olacak. Sorun iyi kurulmamış oluşu, bir nevi kendini çok belli eden makyaj durumu. Hadi Hindistan’a gittin, bu şal desenli karakterleri rengarenk sarelerin kucağına atarak gözü yordun, bari bunun tadını çıkar gibi bir vaziyet var. İlk bölümde temelde dörtlünün Banu Alkan’ın daha uçakta başlayan rahatsızlığı nedeniyle otelden çıkamayışını izliyoruz. Ana çatışma da hastalığı gerçek mi, uydurma mı üzerinden kuruluyor. Bülent Ersoy ucuz bir rol çalma girişimi olarak gördüğü bu hastalığa katiyen inanmıyor. Zehir hafiye gibi lokma sayıyor, odasına giden tepsilerden Alkan’ın hastaneye gidip gitmediğine varana dek hesap edip, olayın düzmeceliğini kanıtlamaya çalışıyor. Safiye Soyman ara bulmaya, Burcu Esmersoy’sa gereken şekilde davranmaya çalışıyor. Bu maalesef pek uyduruk çatışma uzadıkça uzuyor.

SAKIZ GİBİ UZAYAN SAHNELER

Araya giren yan olaylarsa şunlar: Bülent Ersoy’un çantasının hırsız maymunlar tarafından çalındığı bir çarşı-pazar sekansı, Safiye’nin “chicken translate” kabilinden oda servisi konuşmalarından oluşma mizahi diyaloglar ve kadınların birbirini domine etmeye çalıştığı bir sare alışverişi. Hepsi de sakız gibi uzuyor. Doruk noktada otel lobisinde bir araya geliniyor ve Bülent Ersoy açıyor bayramlık ağzını. Amaç, Banu Alkan’ı kendisiyle yüzleştirmek. Aslında hasta olmadığını, bu arada Türkiye’nin en güzel kadını olmak bir yana epeydir güzel bir kadın bile olmadığını, o kat kat yağlarını kumaşlara sararak ancak komik olduğunu göstermek. Bu ağız dalaşı bir noktada çığırından çıkıyor.

Banu Alkan’ın, Bülent Ersoy’u hastalığına inandırmak için otel odasında ishalli çarşaflarının fotosunu çektiğini öğreniyoruz. “Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi” diye düşünülmüş herhalde bu kısım! Bülent Ersoy “odan b.k kokuyor!” diyor, “bitik!” diyor, ağzına geleni saysa da sinirini alamadan tüm ihtişamıyla dışarıya fırlıyor ve çimenlerde bir yılan tarafından sokulup hastaneye kaldırılıyor. İnanılmaz ama gerçek ya da gerçekçi de değil zaten, sorun yok. Bu arada bu yazdıklarımın hemen tümünü birkaç dakikalık “Az Sonra”da izleyebilirsiniz, sürprizbozan bir vaziyet de yok yani.

Lobiye dönersek, koca divanın Banu Alkan’a niye bu kadar “düşene bir tekme de sen vur” tadında hırslandığını anlamak o kadar mümkün değil ki, Banu Alkan’a acımaya başlıyorsunuz bir noktada. Neyse ki o “bedenimi yenebilirsin ama zekamı asla, asla!” tarzı abuklamalarından ötürü bu pek uzun sürmüyor.

BANU ALKAN ÇAĞIMIZIN SOSYAL MEDYA İNSANININ ÖZETİ GİBİ

Bu noktada bir parantez: Banu Alkan’ın bu numara mı gerçek mi olduğundan emin olunamayan benlik yanılsaması bence son derece tipik. Çağımız sosyal medya insanının abartılı bir özeti gibi. Malum, “kendini nasıl pazarlıyorsan, ne olduğuna inanıyorsan o’sun”, zamanın ruhu bu. Güzel olduğunu kırk kere beyan eden, ittire kaktıra bir şekilde güzelmiş gibi algılanıyor. Azmeden, gerçek hayatta her gün karşılaştığı insanı bile çifte filtreli Instagram versiyonunun gündelik halinden daha gerçek olduğuna inandırabilir. Çünkü, gerçek ne ki? Matrix’e hoş geldiniz, bükemediğiniz kaşığı efektlendiriniz. Banu Alkan Afroditliğini filtresiz ve galiba estetiksiz, sarkmış gıdılı, sarma göbekli haliyle dillendirdiği için bu kadar trajikomik oluyor. Yoksa yani, daha vizyon sahibi bir coğrafyada zamanın Instagram ruhunun otantik bir öncüsü, bir nevi Osho sayılabilir, şalı gıdısı öpülebilirdi!

Ya onu kendiyle yüzleştirmek, bu sahtekarlığa son vermek için kafaları sıyıran divaya ne demeli? Transeksüelliğini öyle bir Türk-İslam sentezi, öyle bir abartılı “büyüklük” stiliyle görünmez hale getirmiş, sistemle o kadar zekice uyum sağlamış ki, neredeyse toplumsal cinsiyetten azade, başlı başına bir tür halini almış. Heteroseksüeller, LGBTİ bireyler ve Bülent Ersoy. Yani mevzu kendini ortaya koymaksa, Bülent Ersoy bukalemun gibi kılıktan kılığa, renkten renge girerek hayatı kendi rotasında devam ettirmenin Einstein’ı sayılabilir gerçekten. O, dehasıyla başarmış. Banu Alkan’sa “bitik”. Burada işbilir mağdurları ve saman altından peynir gemisi yürütenleri sever, bitikleri de gerçi meczup kontenjanından yine severiz. Sorun yok, gel gel.

Öte yandan Bülent Ersoy gerçekten komik bir kadın. Şeytan tüyü var kesin, komedi zamanlaması da şahane. Programda en çok güldüğüm anlar bu Ersoyengiz anlar oldu.

Dünya Güzellerim, tanıtımlardan anlaşıldığı kadarıyla önümüzdeki hafta Safiye’nin Faik’inin deyim yerindeyse yırtık formattan fırlar gibi katılımıyla devam edecek. Gezi ayağı daha çok devreye sokulur, sakız gibi uzatmalar son bulursa, 90’ları anımsatan demodeliğine rağmen programın gideri var bence.

lgbt-onur-7

Bu arada dörtlünün rengarenk Hindistan macerası paralel evrende akarken bir yandan da Onur Yürüyüşü’nde (Pride 2017) LGBTİ birey başına üç polis düşüyor. Yaşamın en ufak rengini soldurmaya, gökkuşağını bazukayla vurmaya ant içmiş gibi görünen bir dönemin de izleyicisiyiz, topluca. Reyting ihtimali yine de oralarda değil, iki ucu çamurlu çarşafta olduğuna göre, kabul edelim, bizde esasen renklilik değil sevilen, çamurun bin bir tonu. O yüzden, izleriz yani, nedir, nelerin nelerin izleyicisi değiliz ki… Helal olsun, düşmanlarımız çatlasın ohhh, benim dünyaaa güzellerim!


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.