Çat kapı geleni kim sever?
Vakit nakitse eğer, hızın geçer akçe olduğu bir dünyada, yavaşlamak, Allah göstermesin hele bir de durmak, neredeyse cehennemi bir hal olarak mahkûm edilmeyip ödüllendirilecek değil ya. Performans kriterleri var ey ahali! Bunun diğer adı, hem üretimin hem tüketimin hızın kadiri mutlaklığıyla kuşatılmışlığı değil mi?
Biraz sıcak suyun içine daldırdığımız tek içimlik poşet çay. ‘Çakma çay’, ‘korsan çay’, ‘dallama çay’ diye diye aşağıladığımız, burun kıvırarak küçümsediğimiz, çay denmesine hemen itiraz etmeye hazır, kendisine çay demenin çaya hakaret anlamına geldiğinden emin olduğumuz, ama yine de içmek zorunda kaldığımız yeni yetme çayımız. Yok yok hemen yanlış anlaşılmasın, derdim poşet çayı aklamak değil, hele ona methiye düzmek hiç değil. Hem kim özene bezene hazırlanmış, güzel demlenmiş cam bardaktaki bir çayla üç beş dakikada daldır kaldırla hazırlanmış bir sallama çayı karşılaştırmaya cüret edebilir ki? Hangi şaşkın bu şuursuzluğu gösterir öyle değil mi ama? Hoş ‘sallama çay deyip geçmeyin ey ahali’ türünden bir ima yok değil paylaşmak istediğim düşüncelerde, ama hemen baştan söyleyeyim aslında muradım başka: Derdim bir şeylere burun kıvırırken neyi kaçırdığımız, kaçırabildiğimiz.
Evet, hemen hepimizin malumu, koşuşturmalarla bir şeyleri kaçırmamak, bir şeylere geç kalmamak kaygısıyla biteviye salhaneye kelle yetiştirme telaşı içindeyiz. Sistemik bir durum tabii ki, sermayenin ençoklaşması için market raflarındaki ürünlerin içerikleri misali özelliklerimiz olmalı ki giderimiz olsun. Bunlar için rahvan gidilir mi? Cicili bicili paket peşinde koşmak mümkün değil mi, olsun, karın tokluğuna üç kuruşun peşinde de koşulur, koşulmalıdır. Vakit nakitse eğer, hızın geçer akçe olduğu bir dünyada, yavaşlamak, Allah göstermesin hele bir de durmak, neredeyse cehennemi bir hal olarak mahkûm edilmeyip ödüllendirilecek değil ya. Performans kriterleri var ey ahali! Bunun diğer adı, hem üretimin hem tüketimin hızın kadiri mutlaklığıyla kuşatılmışlığı değil mi? Kapitalizm, maddi anlamlarıyla da duygusal yönleriyle de mekânın ve zamanın sömürgeleştirmesini derinleştirerek bu günlere gelmedi mi, hızsa bunun bir fonksiyonu? O zaman gelsin granül kahveler, gelsin poşet çaylar!
Yok hayır, derdim poşet çayın ekonomi politiğini yapmak değil, her ne kadar dilim döndüğünce ifade etmeye çalışacaklarımın kapitalizmle bağlantıları olsa da. Dedim ya kaçırdıklarımızın peşindeyim. Belki de bütün bu berbat hay huyun içinde daha bir tutkulu biçimde ‘mükellef olana’ duyduğumuz açlık ve bu açlığı giderme pahasına kendimizi mahrum ettiğimiz şeyler muhalefet ettiğimiz büyük harfle kapitalizmin tam da göbeğinde. Ve belki de zaman kaybetmemek adına pazarlanarak önümüze sürülen, alelacele içtiğimiz sallama çayı küçümserken aslında farkında olmaksızın küçümsediğimiz kaçırdıklarımızdır. Ve belki de ince belli cam bir bardakta sunulmuş demleme çay, bize ait olduğunu ve bizden çalındığını sandığımız, ancak deyim yerindeyse kurtlar sofrasında mükellef kılınmış paketlenmiş bir hazdır.
Sallama çay, demleme çay birer eğretileme tabii ki. Alelacele olanla mükellef olan arasındaki zıtlığın kaybettiklerimizle kazandıklarımız arasındaki zıtlıkla paralel olmayıp bu sefahat, bu oburluk ikliminde çoğu zaman tam tersi bir sonuç yaratabileceğini işaret etmek üzere kullanmayı tercih ettiğim bir eğretileme. Yoksa ne niyetim güzel ve özenli olanı yerle bir etmek ne de köpeğin önüne koysan yenilmeyecek olanı göklere çıkarmak. Sadece, ilki kadar ikincisinin de ‘keyfine bak’ sloganıyla işleyen bir haz rejiminin isterlerine tabi olabildiğini göz ardı etmememiz gerektiğini, dolayısıyla iştahımız kadar iğrenmemizin de düzenlendiğini dile getirme derdindeyim. Bu nedenle laf kalabalığı addedilmesi muhtemel belki ama şu düşünceyi paylaşmayı önemsiyor olmam: Küçümsediklerimizin insani olanla karşılaşmaya imkân tanıyabileceği, buna karşılık mükellef olanın ısrarlarına kapılıp gittiğimizde pek çok şeyi es geçebileceğimiz gerçeği.
MÜKELLEF OLANIN DAYANILMAZ CAZİBESİ
Birbirimize bakmaktan bizleri alı koyan, yediklerimizi tükettiklerimizi değil, kendi kendimizi katık ettiğimiz bir yapıp etmeler girdabına karşı merakı, şaşırmayı, neşe kadar hüsranı da yaşayabilmeye imkân tanıyan bir ‘olma hali’nin birer ikişer elimizden kayıp gittiği bir dünyada yaşıyoruz maalesef. Ve kötü olanı, en farkında olduğumuzu sandığımız zamanlarda bile bu dünyanın çarklarına kapılıp gidebilme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilmemiz. Yaşamlarımız farklı boyutlarıyla şiddete kötülüğe bulanıp dururken değil mi ki ‘keyfine bak’ her köşe başında gözümüze sokulmaktadır, her türlü araçla kışkırtılıcılığını boca etmektedir, bize kalan imkânlarımız, gücümüz ve sabrımız ölçüsünde ona kulak tıkayamamamızdır. Oysa ‘keyfine bak’ buyruğunda, ne istediğimizi bilmemizle mükellef olduğumuz içerilmiştir. Neyimizin eksik olduğunu, neye ihtiyaç duyduğumuzu bulmamız gerekir ki keyfimize bakabilelim. Hem her birimiz, irade ya da seçim yapma kapasitesine sahip birer ben değil miyiz zaten? Üstelik bu konuda bize yardımcı olabilecek her türden malumat içeren mecralar mebzul miktarda. Daha ne isteyebiliriz ki isteklerimizi belirleyebilmemiz ve de ne olduğumuzu bilmemiz bu kadar kolayken? Kapitalizm sağ olsun! Ama işin acı tarafı bunlar yapmayla ilgili şeyler, olmayla değil. Ve bununla doğrudan bağlantılı olan da az çok fark edebildiğimiz gibi ve belki de tuhaf kaçacak ama ne istediğimizi bilmemizin bizi değişime kapalı tutması. Kendimizi ve karşımızdakileri hep bir bilinebilirlik çeperine hapsetmesi, hem kendimiz hem de karşımızdakiler hakkında şaşırmayı, hüsranı devre dışı bırakması. Hüsrandan kaçmayı bir tür ibadet haline dönüştürmesi. En yakınımızda olduğunu sandığımız kendimizin bize bir o kadar yabancı olabileceğini gözlerden ırak kılarak bir tür tamlığı köpürtmesi.
Peki mükellef olanın, onda ısrar etmenin buradaki vasfı ne olabilir? Ya da gözlerden kaçırabileceği sorunlar? Bir kere özel olana işaret eder. Önceden düşünmeyi, planlamayı, hazırlığı içerir gibidir, neredeyse teyakkuz halinde olmayı gerektirir, bu nedenle de aceleye gelemez, zamana ihtiyaç duyar. Kendiliğindenliğe, ani olana, beklenmedik olana pek prim vermez. Dolayısıyla denetimi vazeder. Bilinmediklik bir tür kâbus gibidir. Çat kapı geleni kim sever? Ya çat kapı gelene kapıyı açacak olanın hali? Hem mükellef olan, gerçek kişilerle gerçek ilişkiler içine girmekten kaçabilmenin imkânı olarak esasta hem kendimiz hem karşımızdaki için geçerli olmak üzere kafamızdaki kişi imgesiyle haşır neşir değil midir? Hadi abartalım, handiyse yaşamayan biriyle alakalı değil midir bir yanıyla? Hep bir fantezilere kaçma hali? Bu fantezilerin sadece insanlar için değil, üstelik nesneler, mekânlar için de geçerli olduğunu ayrıntılandırmaya gerek yok herhalde burada.
Evet, insan olarak fantezilerimiz var ve gerekli de en azından psikiyatri, psikanaliz yazını böyle diyor, ama fantezilerle geçer mi hayat? Biz olur muyuz gerçeğin duvarına çarpmadan, şaşkınlık hüsran yaşamadan? Kendimiz, karşımızdakiler paketlenmiş yapıp etmelerin kucağındaki imgeler olarak nasıl kendilerini tanıyabilirler yaşamın kendiliğindenliğine açık olmadan? Hem bu kendiliğindenlikteki şaşkınlık ve hüsran, bizi asıl gerçekçi tatminlerle karşılaştırma ve dolayısıyla kendimizi tanıma imkânları iken. İşte mükellef olan ve ondaki ısrar, şaşırmaya ve belki daha önemlisi hüsrana kapatma, hüsrandan kaçınma tehlikesi taşır. Bu da düşünceyi de yedeğe alarak deneyimden öğrenmeye engeller koymanın yolunu açabilmeye pek müsaittir. Nedir elimize verdiği peki, kadiri mutlak benlerden başka? Kadiri mutlak hüsran duyar mı ya da yaşamda yerini bulmanın peşinde olur mu, kendine uygun ihtiyaçlar yaratmanın uğraşına girer mi? Ve bunların ancak yaşamın kendiliğindenliği içinde, beklenmedik, bilinmedik karşılaşmaların olanak verdiği birlikteliklerden devşirilebileceğini öğrenebilir mi? Ve bunlara dair ipuçlarının, hor görülen, küçümsenen sallama çay tadına bulanmış bir muhabbette bulunabileceğine ihtimal verir mi? Elbette hayır. Ancak olmaya haiz olanlar, yapıp etmeyle oyalanmayanlar bu yolda yürüyebilir. Bu yolda yürüme çabası kaçırılabilecekleri en aza indirebilir. Azdaki çokluğu paylaşabilir.