Şeytanı bol olsun
Tanpınar’ın dizesiyle, "eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan" ibaret DTCF öğrenciliği. Devirler değişip onlarca yıl geçse de “Serpilen aydınlıkta dalların arasından/Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman” ve otorite sevdası.
Bravo Ali Nesin’e… “Şeytan işi gücü bırak bunların ipliğini pazara çıkar diyor” demiş ya, bayıldım. (https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2017/06/29/dtcf-cirkin-diyen-ali-nesinden-tepkilere-yanit/) Şeytanı bol olsun, bol bol uğraşılmayı hak eden nadirattan zira DTCF ve onu anlamsızca savunma telaşı.
78-79 öğretim yılında başlayıp 82-83’de bitirdiğim bu fakülte asla “üniversitelilik” hali yaşatmadı, öğrencilerine. Bir kimlik kazandırmadı. Hancı ve yolcuydu, hoca-öğrenci ilişkisi. İstenmeyen, zoraki yolcular olan bizler, hayalleri usulca ama kararlılıkla söndürülmesi gereken pörsümüş balonlardan farksızdık. Pek azı müstesna, hocalar ve fakülte yönetimi gözünde, Farabi Salonu'ndan tarih katına çıkan beyaz mermer merdivenlerdeki lekeler kadar bile önemli değildik. Onlarsa büyük bir özveriyle derse girme lütfunda(!) bulundukları vakitlerde, hatıralarını aktarıp biz böcekleri oyalamakla vakit kaybeden pek kıymetli alimlerdi. Oysa ne heyecanla başlamıştım o fakülteye, bilseniz. Ki, bilirsiniz her gencin tercih yapar, kayıt olurken hissettiği o gururlu ama endişeli ve telaşlı sevinci.
Ne bulursa okuyup, zihnini çöplük gibi dolduran çocuklardan olduğum için orta sonda Yahya Kemal hakkındaki bir kitapta rastladığım, Albert Sorel’in ünlü sözü Türk tarihine ilgi duymama yol açmıştı. Soğuk sevmediğimden olacak kutuplara değil tarihe ilgi uyandırmıştı o ünlü söz. Niğde Öğretmen Lisesi'nde yatılı öğrenciyken perçinlenmişti tarih sevgim. Lisedeyken Barthold’un Orta Asya Türk Tarihi Dersleri adlı eserini defalarca okumuş kaç tarih öğrencisi vardır, bilmem ama işte ben onlardandım. E serde ülkücülük de var, o yıllar. Sadece Barthold’u değil bölümün anlı şanlı profesörlerini de okumuştum. Abone olduğum Milli Kültür dergisinden okuyarak sevmiş ve öğrencileri olmayı istemiştim. DTCF ve bölüm tez vakitte uyandırdı, birçokları gibi beni de bu gençlik rüyasından. Sevmediği bir meslektaşının eserinden bahsettiği için öğrenciyi “çaktıran” hocalar diyarıdır Dil Tarih. Ünlü bir profesör olan kocasından ayrılmış kadın akademisyene, kadro verilmeyerek asistanlığa mahkum edilen erkek dünyasıdır da aynı zamanda tarih bölümü. Her devrin değişen siyasetine pek çabuk uyum göstererek, eski devrin siyasetine “bulaşmış” profesörü fakülteye geri almayacak kadar, her daim “devletin sahiplerine” hizmeti şiar edinmiş, muazzam akademik ruh(!) binadan/mimariden mülhem belli ki.
Devletçi/gelenekçi katı baskı kurulmasa öğrenciler üzerinde mesela lisans tezimi, bölümde yeni doçent olmuş bir hocanın, tarih kurultayında tebliğ olarak sunmasına itiraz etmez miydim? Ama etmedim, çıtımı çıkarmadım. Hatta tezimi tebliğ edinip sunduktan sonra bir soruya cevap veremeyişi üzerine ilkin söz alıp soruyu yanıtlamak isteyip de hocayı mahcup etme endişesiyle vazgeçişim komiktir. Ne safiyet! Ama biz böyle "öğütülmüştük" Dil Tarihte.
“Her şey yerli yerinde”…
Tanpınar’ın dizesiyle, "eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan" ibaret DTCF öğrenciliği. Devirler değişip onlarca yıl geçse de “Serpilen aydınlıkta dalların arasından/Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman” ve otorite sevdası. Belki mimarisinden veya belki de “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner” dizesiyle özdeşleşir biçimde, mimarı ve banisiyle, toplum tasavvurlarını DTCF binasına aktaranların arzusuna uygun olarak.