YAZARLAR

Cem Terzi: Tarihteki ilk hekim 'ah' diyene ilk koşandır

9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin en değerli cerrahlarından Prof. Dr. Cem Terzi, 11 akademisyenle birlikte geçtiğimiz hafta açığa alındı. 15 Temmuz gecesi darbecileri protesto etmek için de sokağa çıkmış olan insan hakları savunucusu Terzi, “insanlar ölüyorsa, risk almak görevdir” diyor.

Hak ihlallerinin tavan yaptığı bu dönemde, insan hakları savunucularına karşı başlatılan 'cadı avı' akıl almaz boyutlara ulaştı. Türkiye’deki insan hakları savunucuları, maruz kaldıkları baskı ve tehditlere karşı birbirlerini nasıl koruyacaklarını tartışırken, tam da böylesi bir gündemle toplanan bir grup insan hakları savunucusu İstanbul-Büyükada’da gözaltına alındı. Hem de “silahlı terör örgütüne üyelik” suçlamasıyla! Avukat Selin Nakıpoğlu’nun aktardığına göre, sivil polisler, sabah saatlerinde toplantıyı “ellerinizi kaldırın” diye bağırarak basmış.

İktidarın hak ihlallerine, temel insan haklarını hatırlatarak, Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmeleri ve yine Türkiye’nin kayıt altına aldığı yasal, anayasal hakları vurgulayarak itiraz eden savunucuların bu düzeyde baskılandığı bir ortamda, 9 Eylül Üniversitesi rektörü de 12 akademisyeni açığa aldı. Açığa alınan akademisyenlerin ortak özelliği Türkiye akademisinin yüz akı olmaları. Bir diğer ortak özellikleri de meşhur Barış Bildirisi metnine attıkları imzanın arkasında durmaya devam etmeleri.

Cerrahi alanda Türkiye’nin en önemli hekimlerinden olan Prof. Dr. Cem Terzi, 9 Eylül Üniversitesi yönetiminin açığa aldığı isimlerden biri. On binlerce hastayı ameliyat, binlerce kanserli hastayı tedavi etmiş olan Terzi, aynı zamanda kararlı bir insan hakları savunucusu. 2011’den itibaren yüz binlerce insanın hayatına, milyonlarcasının yerleşik hayatına mal olan Suriye iç savaşından beri, öldürenlere karşı yaşatanlar cephesinde konumlanan Terzi, başkanı olduğu Halkların Köprüsü Derneği ile birlikte Suriyeli mülteciler için de yoğun bir emek sarf ediyor. Yaralıların, hastaların, evsiz-barksızların, ilaçsızların, ekmeksizlerin yaşama tutunması için gecesini gündüzüne katan Terzi, bu haftaki konuğumuz. Şimdi aradan çekilelim ve bu nadide hekime kulak kesilelim…

Şu ana kadar, Barış İçin Akademisyenler çıkarılan KHK’larla üniversiteden ihraç edilirken siz, 12 akademisyen, 9 Eylül Üniversitesi rektörünün kararıyla açığa alındınız. Acaba hükümet artık akademisyenleri üniversiteden atma işini rektörlüklere mi havale etmeye başladı?

Bu süreç başından beri çok garip işliyor. Hiçbir üniversitedeki uygulama bir başka üniversitedekine benzemiyor. Her şeyden önce ortada bir barış bildirisi ve ona imza atmış binlerce akademisyen var. Ayrıca İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bizim hakkımızda yürüttüğü bir soruşturma sürüyor ki, henüz davaya dönüşmemiş. Dolayısıyla beklenir ki, önce bu yargı süreci sonuçlansın ve oradan çıkan karar hem YÖK hem de üniversiteler tarafından değerlendirilsin. Fakat bunu yapmak yerine taşra üniversitelerinden başlayarak peyderpey, bir av gibi ve birbiriyle benzerlik göstermeyen ama hemen hepsi onur kırıcı, aşağılayıcı uygulamalara başvuruluyor.

terzi-iç1 .

Sadece barış bildirisine imza atan akademisyenler değil, FETÖ davası kapsamında da tasfiyeler yapılıyor. Siz bunun akademiye yönelik ortak bir operasyon olduğunu düşünüyor musunuz?

15 Temmuz darbe girişimi kapsamında görevinden alınan akademisyenlerle bizleri ayrı tutuyorum ben. Aynı torbanın içine sokulmaktan da çok rahatsızım. Öte yandan 15 Temmuz gecesi ben de darbecilere karşı sokağa çıkan insanlardan biriydim. Ertesi gün de bütün darbeleri şiddetle kınayan bir tavır aldım ve bunu Halkların Köprüsü Derneği olarak da tartıştık. 16 Temmuz günü derneğin internet sitesine kınama mesajımızı koyduk. Orada da bu girişimin toplumsal yapımızın ne kadar zayıf olduğunu gösterdiğini, acilen barış, demokrasi ve büyük bir adalete ihtiyacımız olduğunu ifade ettik. Darbelerle baş etmenin yolu da budur çünkü.

15 Temmuz akşamı İzmir’de mi sokağa çıktınız?

Evet, evde dayanamadım ve darbeyi protesto eden insanlarla birlikte sokağa çıktım. Bakın, biz Barış İçin Akademisyenler olarak ortak bir bildiriye imza attık. Ama biz ortak bir yapıdan, siyasetten, aynı dernek veya partiden gelen insanlar değiliz. Kendiliğinden gelişmiş bir inisiyatif ve çok farklı siyasi görüş, tutum ve tavırları olan insanlar bunun altına imza attı. Dolayısıyla herkes adına konuşmama imkân yok. Ama benim tanıdığım pek çok insan darbe karşıtıdır, gerçek demokrattır. Barışı da bu nedenle talep ederler. Bilirler ki, bu ülkenin demokratik olarak gelişmesi bizi darbesizliğe, barışa götürecektir.

İNSANLAR ÖLÜYORSA, RİSK ALMAK GÖREVDİR

15 Temmuz öncesinde Kürt meselesi bağlamında çok ciddi bir kırılma yaşandı. Çatışmalar, canlı bomba saldırıları, infazlar sonucu yüzlerce insan hayatını kaybetti. Bu tür ortamlarda çoğunlukla üniversitelerdeki öğrenci hareketlerinin tepkilerine tanıklık ederken, bu sefer hocaların tarihi bir çıkışını gördük. Arkasından gelen tehdit, şantaj ve baskılara rağmen bu insanların neredeyse hiçbiri geri adım atmadı. Akademisyenleri attıkları imzanın arkasında bu kadar kararlılıkla tutan şey neydi?

Türkiye’nin yakın tarihi akademisyenlerin, demokratların, aydınların bu tür girişimleriyle doludur aslında. Ben attığım bu tür imza sayısını hatırlamıyorum bile. Bir ülkede çatışma varsa, insanlar ölüyorsa, akademisyenlerin, sorumluluk sahibi aydınların, entelektüellerin görevi sürekli barış çağrısında bulunmak, devreye girmek, birtakım riskler almaktır. Bu kez de böyle oldu.

Ama bu kez iktidardan gelen tepki daha öncekilere benzemiyordu…

Hükümet, metnin dilinden ağır bir rahatsızlık duydu ve içeriğiyle ilgilenmedi. Belki de “Bu suça ortak olmayacağız” başlığından rahatsız oldu. Ama 1990’lardaki köy boşaltmaları, bir buçuk milyona yakın Kürdün evini, köyünü terk edip büyük şehirlere, son derece kötü koşullarda yerleşmesiyle şimdi yaşadığımız şey arasında çok da fark yok. Aslında barış gelmediği için, insanlar ölmeye devam ettiği için biz de başarısızız. Türkiye, acılarına benzeyen bir ülke haline geldi. Tarihin her sayfasında bir katliam, bir acı var bu ülkede. Üstelik bunların hiçbiriyle yüzleşmeden, kimsenin bir başkasının hakikatine hürmet etmesini sağlamadan, toplumun hafızasını bu yönde etkilemeden bu günlere kadar geldik. Çözüm süreci, barış görüşmeleri devam ederken bir daha bu ülkede üç gencin bile ölmesine kimse tahammül edemez, toplum artık gençlerin ölümüne izin vermez, biz aştık o noktayı diye düşünüyorduk. Ama öyle olmadı ve kaldığımız yerden devam ediyoruz. Çünkü her toplumsal kesimin kendine ait ama başkalarıyla da ilgili acı hakikatleri var. Biz bunlarla yüzleşmeden, bunlarla ilgili gerekenleri yapmadan yola devam ediyoruz. O yüzden aslında ilerleyemiyoruz. Dışarıdan bakan biri acı içinde kıvranan bir ülke görüyor sadece. Barış için yola çıkmış, barış için ana siyasete katılmaya, oraya söz söylemeye çalışan bizim gibi insanların görevidir hakikatin peşinde koşmak, o hakikati görünür kılmak. Çünkü büyük algı operasyonları da yapılıyor.

. .

Acaba mesele sadece algı operasyonlarının etkisi midir? Ya herkes aslında bir başkasının hakikatini bildiği halde barışmaya yanaşmıyorsa…

Ben öyle düşünmüyorum. Kimse bu acıları yeniden yaşamak istemez. Bakın, hem Türk hem de Kürt halkı barış sürecini destekledi. Herkes huzur istiyordu. Çoluğunu, çocuğunu yitirmiş insanlar bile o dönemde “yeter ki başka cenazeler gelmesin” diyordu. Demek ki olabiliyormuş.

REKTÖR, BİZİ AÇIĞA ALARAK YENİ KHK İÇİN EVRAK OLUŞTURDU

Başa dönelim tekrar… 9 Eylül Üniversitesi’nin sizleri açığa alması, şu ana kadar KHK’larla yürütülen tasfiye sürecine ilişkin yeni bir aşama olarak yorumlanabilir mi?

Ben bir yıl üniversite genel sekreterliği yaptığım için bütün bu bürokrasiyi bilmem gerekiyor ama açıkçası yapılmak isteneni anlamış değilim. Arkadaşlarımız bu olayı iki şekilde yorumluyor. Bir yoruma göre, artık KHK’lardan vazgeçildi ve bu yolla akademisyen tasfiyesi devam edecek. İkinci yoruma göre de çok kapsamlı bir KHK çıkacak ve bu hepimizi içerecek. Hakkımızda ise o çıkacak KHK’ya zemin oluşturacak herhangi bir evrak olmadığı için, şu an açığa alınmamızla o evrak oluşturuldu.

Siz parmakla gösterilen cerrahlardan birisiniz. Sayısız hastanız olduğu halde, nasıl oluyor da sizin gibi önemli bir cerrahın uzaklaştırılması göze alınabiliyor?

Arkadaşlar, hastalarımız bu tür iltifatlarda bulunuyorlar ama kimsenin yeri doldurulamaz değildir. Kurumlar her zaman kendilerini yenilerler ve yeni kuşak her zaman bir önceki kuşağı akademik olarak geçer. Bir cerrah olarak kendi kliniğimde yetiştirdiğim uzmanlar, doçentler için rahatlıkla söyleyebilirim ki, benim yaptığım her işi cerrahi anlamda yapıyorlar. O yüzden de gönül rahatlığıyla hastalarımı onlara devrettim. Ciddi bir sorun çıkmadan hastalarımın tedavisi sürüyor. Ama kurumları kurum yapan şey, kendi insanlarına nasıl davrandığıdır. Bu bir profesöre nasıl davrandığıyla değil, bir taşeron işçiye, bir hemşireye, bir asistana, bir akademisyene nasıl davrandığıyla da ilgilidir. Atıldığım gün konuşma yaptığım bahçede, elimde tuttuğum megafon, seneler önce yüz tane taşeron işçi atıldığında da elimdeydi. İşçiler yine şimdiki gibi bir mevsimde, Ağustos sıcağında orada çadır kurmuşlardı. Aileleriyle beraber kan-ter içindeydiler. Elimdeki megafonla hastanedeki arkadaşlarıma o zaman da “lütfen aşağıya inin, bu atılan işçilere destek olalım” demiştim.

20 SENEDİR HASTANE BAHÇESİNDE MEGAFONLA DURUYORUM

Niye atılmışlardı?

Sendikalı olmaya çalıştıkları için! Arkasından, yine 15 sene önce Prof. Dr. İzge Günal, o işçiler için topladığımız destek imzalarını rektör randevu vermediği için iletemeyince, hasta gibi para yatırıp rektöre muayene olmaya giderek o imzaları teslim etti. Bu olay gazetelere haber olunca “rektörlüğü ve kurumu küçük düşürdüğü” gerekçesiyle İzge Günal üniversiteden atıldı. Ondan sonra benim elimde gene megafon, gene aynı bahçede, “İzge Günal geri dönmeli” diye kampanya yürüttüm. Sonra YÖK kararıyla İzge geri döndü. Arkasından, dört-beş sene önce asistanlar beş günlük greve girdiler ve Türkiye’nin sağlık alanındaki en uzun grevini 9 Eylül Üniversitesi Hastanesi’nin bahçesinde gerçekleştirdiler. Beş gün boyunca sabah 7’de ben gene o bahçeye gidip elime o megafonu aldım. Yani son 20 yıla baktığımızda, taşeron işçileri atan, o işçiler için mücadele eden İzge Günal’ı atan, asistanları “sizi atarız” diye tehdit eden üniversite aynı üniversite. Ben 20 senedir o bahçede, kendi atılmam dahil olmak üzere, aynı megafonu elimde tutuyor ve hak arayışını sürdürüyorum. Şimdi de hakları için mücadele ettiğim insanlar o bahçeye gelip benim için mücadele ettiler.

Yıllardır Suriyeli mülteciler, Suriye savaşında yaralananlar, keza Türkiye’deki çatışmalarda yaralanan siviller için hem bir hekim hem de bir insan hakları aktivisti olarak verdiğiniz çok büyük bir mücadele var… Bütün bu politik aktivitenin hekimlikle ilgisi nedir?

Şu soruyla başlayalım: İlk hekim kimdir? Antropologlara göre tarihteki ilk hekim, ilk “ah” diyenin yanına koşan kişidir. Bizim meslek atamız, o “ah” sesinin peşinden giden kişidir. Benim de, pek çok hekimin de hekimlik anlayışı bunun üzerine kuruludur. Bu anlayış bize acil servislerde, depremlerde, felaketlerde geçer. Acı çeken insanın yanına koşacaksınız. Demin saydığınız her şey, “ah” diyen insanların yanına gitme çabamdır. Üstüne üstlük, ben bunların hiçbirini tek başıma yapmadım. Hepsinde Türk Tabipler Birliği’nin, Sağlık Emekçileri Sendikası’nın çağrısı, çabası, onlarca hekim, sağlık memuru, hemşirenin koşusu vardır. Koşulmayacak gibi de değildir ki! Gölcük depreminde de böyle koştuk, Suriyeli mültecilerde de, Güneydoğu’daki çatışmalarda veya başka olaylarda da. Bizim yaptığımız şeyler hem örgütlülükten, hem insani duruşumuzdan, hem de politik varoluşumuzdan kaynaklıdır.

20 BİN AMELİYAT YAPTIM, BİNLERCE KANSERLİYİ TAKİP EDİYORUM

Aslında barış bildirisi her ihraçla bir kez daha gündeme geliyor. Oysa hükümetin bu bildirinin etkisini kırmak için unutturmak istemesi beklenmez miydi?

Hükümetin bu gerilimi peyderpey artırmaya ihtiyacı var. FETÖ’ye yönelik operasyon birçok insanı mazlum, mağdur durumuna düşürdükçe, onların yanına birkaç tane de Barış İçin Akademisyen koyarak dengelemek de istiyorlar. Biz bir tür kenar süsü olarak da kullanılıyoruz galiba.

Ama sizin gibi ünlü bir cerrah örneğin, “kenar süsü” olarak kullanılamayacak kadar etkili bir isim…

Şimdiye kadar atılmış arkadaşlarımın isimlerine bakın, hangisi benden daha az önemli! Cerrahım diye, elimden teknik bir iş geliyor diye daha önemli değilim ki! Devletin öyle bir algısı da olmaz, o algı doğru da değil. Ayrıca atılan genç isimlerin ileride neyi becereceklerini bilmediğimiz için onlar daha değerli aslında. Biz neyi yapabileceksek, şimdiye kadar yapmışız. Ben 55 yaşındayım, on binlerce hasta ameliyat ettim. Binlerce kanser hastasını takip ediyorum. Bir sürü iş yaptım; ama sonuçta yaptım bunları. Kapasitemi gerçekleştirdim. Asıl gençlerin potansiyellerini ve neleri gerçekleştireceklerini bilmiyoruz. Onların akademik hayatları ellerinden alınıyor. İhraç edilen genç bir arkadaşımız bu izolasyon ve kriminalizasyona dayanamayıp intihar etti, öldü!

. .

İNSANLAR İMZASINI ÇEKMEK YERİNE ÖLMEYİ TERCİH EDER

Barış İçin Akademisyenler’in bunca baskıdan sonraki genel haletiruhiyesi nasıl?

İmzacı akademisyenlere “etkin pişmanlık” çağrısı yapıldı. "İmzanızı geri çekin" dendi. Bu o kadar onur kırıcı bir şey ki, pek çok insan imzasını çekmek yerine bırakın atılmayı, ölmeyi tercih eder. İnsanlar onuru için yaşarlar. Bizim onurumuzdan başka gerçek anlamda sahip olduğumuz bir şey yoktur. Bildirinin içeriğini medeni insanlar olarak tartışabilir, konuşabiliriz. Hatta bunun için hukuki yol da açılmış durumda. Bunun suç olup olmadığına dair mahkeme kurulacak, orada yargılanacağız. Kalkıp tek tek o metindeki cümleleri açıklayacağız. “Şu cümle şu anlama geliyor, bu cümle daha önce şurada da kullanılmıştı” diyeceğiz. Biz suç işlediğimizi kabul etmiyoruz ki pişman olalım. Kimsenin bilmediği, söylemeye cesaret edemediği hataların tekrar edilmemesi için söylemek, bu hataları yapanları durdurmak için kamuoyu baskısı yaratmak ve arkasından “oturun şu barış masasına, ne oldu da bu masadan kalktınız” demek için bu imzayı attık. Bunda hiçbir suç görmüyoruz. Ben kişisel olarak hiçbir zaman hendeklere girilip ölüm mücadelesi verilmesini onaylamadım. Ama hatırlayın, TTB o dönemde sivil insanların sağlığa erişiminin kısıtlandığı, hastaların diyalize gidemediği, ilaç alamadığı, diyabetik insanların insülin bulamadığı dönem kaç tane açıklama yaptı! Kaç tane şehirde sokağa çıkma yasağı, korkunç bir hal vardı. Bu atmosferde o barış bildirisi yazıldı ve bizler de altına imza attık.

Sizin başından beri Suriyeli mülteciler için de yoğun bir çaba sarf ettiğiniz biliniyor. İzmir’deki Halkların Köprüsü Derneği olarak, aslında hükümetin yapması gereken işi yapıyor ve mültecilerin başta sağlık olmak üzere her türlü ihtiyacına koşuyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde Ankara-Demetevler mahallesinde Suriyeli mültecilere yönelik bir saldırı oldu. Başka pek çok yerde de mülteci karşıtlığı gitgide artıyor. Türkiye’de mültecilerle ilgili neler oluyor?

Bir kere açığa alındım diye Halkların Köprüsü Derneği’nin de başına bir şey gelmesinden ve bu çalışmalarımızın aksamasından korkuyorum. Derneği kurduğumuz 3,5 sene boyunca 100 bin mülteciye doğrudan dokunmuşuz. 6 bin mültecinin tanı ve tedavisini üstlenmiş bir derneğiz. Derneğin içerisinde yüze yakın doktor, hemşire, psikiyatrist, sağlık memuru, sağlıkçı var. Bu insanlar haftanın her günü, 24 saat telefonlarını açık tutarak sağlık alanında müdahalelerde bulundular. Taramalar yaptık. Atıldığım gece, küçük bir çocuğun ateş ve deri döküntüsü için doktor bulunması gerekti. Üç saat boyunca onun organizasyonunu yaptık, ertesi gün çocuğu aldık ve bir arkadaşımız muayenesini yaptı. Toplumda Suriyelilere yönelik bir öfkenin olmasının temelleri var. Aslında 6 yılı aşkın bir süre çok büyük bir nüfus, çok hızlı bir şekilde Türkiye’ye girdiği halde büyük bir olay olmadı. Bu muhteşemdir aslında.

Yani daha büyük olaylar yaşanabilir miydi?

Tabii ki, başka ülkelere bakarsanız, mülteciler genellikle kamplarda tutularak toplumun içine sokulmaz ki, linç, kavga-dövüş olmasın. Türkiye’de bu olmadı. Ülkenin her tarafına, sistematik bir organizasyon olmadan, insanlar nerede iş bulursa oraya dağıldılar. Böyle bir ortamda 6 senedir büyük olayların olmamasını çok olumlu buluyorum. Ama hükümet, bunun bir sınırının olduğunun farkına varmalı. Eğer siz tedbir almazsanız, yapısal adımlar atmazsanız, bunlar patlak verir. Misafir dedik, oldu 6 yıl. Artık misafir değiller. Peki, ne yapacağız?

Ne yapmalı?

Sosyal entegrasyon, toplumsal bütünleşme olması lazım. Bir hak, statü vermemiz lazım. Suriyeliler hâlâ statüsüzler. Dolayısıyla Türkiye halkları da onlara bakarken statüsüz insanlar görüyor.

SURİYELİ MÜLTECİLER YEKNESAK BİR GRUP DEĞİL

Statü verilmesini talep edenlere de “AKP kendisine seçmen devşiriyor” eleştirileri yapılıyor…

Suriyelilerin yeknesak bir grup olmadığı topluma gösterilmeli. Bunların içinde Sünni Araplar var, Aleviler, Türkmenler, gayri Müslimler, Ezidiler var. Statü alır almaz gidip AKP’ye oy verecekler diye bir şey yok. Varsayalım ki AKP’ye oy verdiler, bu da onların en doğal hakkıdır. Sonradan diğer partiler de gidecek, onlar için ne yapabileceklerini söyleyip onların oylarını alacak. Bu insanlara mültecilik hakkını vermek gerekiyor; çünkü bunlar savaştan kaçtılar ve dolayısıyla uluslararası hukuk düzeninin bir parçası haline geldiler. İkincisi de herhangi bir ülkede bir insan beş seneden fazla kalmışsa, ona vatandaşlık yolu açılır. Bu insanlar 6 senedir Adana’da pamuk, burada zeytin, Foça’da domates topluyor. Ayakkabıcılar sitesinde ayakkabı dikiyor, onların emekleriyle bu hayat devam ediyor. Üstelik ucuz, kölelik koşullarındaki emekleriyle! Eğer sen bunlara vatandaşlık vermezsen, nasıl bir toplumsal entegrasyon yaratırsın? Veya sadece doktora, mühendise filan vatandaşlık verirsen, kocasını savaşta kaybetmiş, beş çocuklu anne ne olacak? Toplum onu tamamen yük olarak, işe yaramaz olarak görecek ve linç duygusu ona yönelecek. Hükümetin açık-kapı politikası değerliydi ama bunu yapısal müdahalelerle desteklemediği, toplumu bilgilendirmediği, endişeleri gidermeye çalışmadığı için sorun büyüyor. Mesela Aleviler diyor ki, bizim bulunduğumuz yerlere kamplar kuruluyor, nüfusumuz seyreltilmeye çalışılıyor… Bunları dikkate alacaksın. Bu insanlar ne diyor, niye kaygı duyuyorlar? Yerelin her türlü endişesini dikkate alıp, karar süreçlerine katılmasını sağlayıp, rızayı demokratik olarak geliştirmek için çalışıp bu toplumun her yeni gelen insanla güçlendiğini göstermelisin. Bize 3,5 milyon Suriyeli mi geliyor? Bu Türkiye halklarını daha güçlü, daha zengin kılar. Bunu topluma anlatabilirsiniz.

. .

Mülteci karşıtlığının, nefret söyleminin, linçlerin önüne nasıl geçilebilir?

Bir bölgede işsizlik göçmen ve mülteciler yüzünden yüzde 20’lere fırlamışsa, orada iş için, emek için gerçek bir rekabet olur. O rekabetin beraberinde çatışmayı getirmesi son derece beklendik bir şey. “Suriyeliler geliyor, ben işsiz kalıyorum” çok doğru bir cümle. Eskiden tarım sektöründe geçici işçi olarak çalışanlar Kürtlerdi. Şimdi Kürtlerin hiçbiri geçici işçi olarak çalışamıyor çünkü çok daha ucuza, kölelik koşullarında Suriyeliler bu işi yapıyor. İstanbul’un, İzmir’in varoşlarında, atölyelerde, küçük işletmelerde de bu böyle. Sorunun temeli ekmek kavgasıdır ama bu etnik çatışma olarak yansıyor. Ee, buna kim tedbir koyacak? Devlet. Suriyeli insanları köle olarak kullanarak böyle bir sorunun üstesinden gelemezsiniz. Artık tekrar sosyal devlete dönme zamanıdır. Hayırseverlik adı altında yapılan işler, insanları bir paket makarna için de birbiriyle yarışır hale getiriyor. Yoksullar yardım için yarışmaya, rekabet etmeye başlıyor. Bütün yoksullara onurlu bir yaşam sağlamak sosyal devletin görevi. Türkiye’nin bu büyük sorunu halledebilmesi için devletçi politikalara dönmesi gerekiyor.

AKP’nin bu konuda kısa vadede bir çözüm yaratmayacağı anlaşılıyor. Yüz bin mülteciyle temas etmiş bir derneğin başkanı olarak, bu soruna dair nasıl bir öngörüde bulunuyorsunuz?

Toplumsal kutuplaşma, birbirini anlamama, dinlememe hali, mülteci meselesinde de doğru bir tavır almamızı engelliyor. Seçim dönemlerinde bazı muhalefet partilerinin tutumu nefret söylemine kadar vardı. Hükümetin de aklında hâlâ bununla ilgili bir plan yok. 3,5 milyon insanın hepsi Türkiye’de kalmak istemiyor. 1 milyon kişi halihazırda Avrupa’ya geçti zaten. Adam gitmiş ama eşi burada veya çocuğu burada. Aile birleştirme süreci gerekiyor ama AB-Türkiye anlaşması aile birleştirmenin önünde engel. AB, bu insanları açık hava hapishanesinde kiralamış gibi. Oysa bu insanlar savaş suçlusu değil, savaş mağduru. Bir bölüm mülteci de Suriye hayallerinden vazgeçmiş değil. Çünkü malı, mülkü, akrabası, anıları orada. Bu insanlara öyle bir statü vermelisin ki, bir ayağı burada diğer ayağı ülkesinde olabilmeli.

Çifte vatandaşlık gibi mi?

Evet, mümkünse çifte vatandaşlık, çoklu vatandaşlık. Sosyal entegrasyon için de eğitim, sağlık başta tüm alanlarda Türkiye vatandaşlarıyla eşit haklara sahip olabilecekleri bir statü gerekiyor. O da vatandaşlık hakkından geçiyor.

Belli kesimlerde Suriyelilere her alanda pozitif ayrımcılık yapıldığına dair bir algı var…

Yalan hepsi! Bu yalanların bir kısmı kasıtlı olarak üretiliyor. Eğer bir toplumda ekmek rekabeti varsa, bu tür yalanlar ürer. Bir kere bizim emekli maaşımızdan kesilip Suriyelilere maaş filan verilmiyor. AB-Türkiye anlaşmasıyla Türkiye’ye aktarılan fonlar var. O fonlar uyarınca, çok zor durumda olan, en yoksul 1 milyon kişiye Kızılay aracılığıyla ayda 100’er lira para veriliyor. Bütün yardım budur! Onun dışında üniversitelere girmelerinde pozitif ayrımcılık yapıldığı filan doğru değil. Bu insanlar kölelik koşullarında, gece aç yatarak, çocuklarını okul yerine tarlaya göndererek hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bütün demokratların, sol, sosyalist kesimlerin bu gerçekliğe göre davranması gerekiyor. Koşulsuz konukseverlik, gelenin diline, dinine, ırkına, kimliğine hürmet ederek, onu olduğu gibi kabul ederek iki kolunu açmak demektir.

ENTEGRASYON OLMAZSA PAKİSTANLAŞIRIZ

Bunlar yapılmazsa ne olur?

Çok kötü bir örnek var önümüzde. Herkes Afganistan-Pakistan örneğine baksın. 20 sene önce AB’nin bize yaptığı açık hava hapishanesi olarak kiralanmayı ABD, Pakistan’a yaptı. ABD, Pakistan’a dedi ki, Afgan mültecileri al, ben de buna karşılık sana şöyle ekonomik, askeri yardımlar yapacağım. Milyonlarca Afgan, Pakistan’a geçti. Ama Pakistan hiçbir entegrasyon süreci yürütmedi. Oysa o zamanlarda Pakistan ekonomik anlamda, uzay araştırmaları açısından, insan hakları ve demokrasi bakımından Hindistan’la yarışacak konumdaydı. Şimdi ise Pakistan, milyonlarca Afgan’ın hiçbir ekonomik güvencesinin olmadığı, demokrasinin, ekonominin, siyasetin çöktüğü dehşet bir ülke haline gelmiş durumda. Öyle mi olmak istiyoruz sahiden!

İlgilendiğiniz meselelere dalınca şahsi meselenizi pek konuşamadık. Bundan sonra ne yapacaksınız?

KHK’yla mı atılacağız, yoksa rektörlük bizi görevden alma sürecini bitirecek mi diye bekleyeceğiz. Eğer atılırsak, emeklilik hakkımı kullanıp tekrar çalışmaya başlayacağım. Benim hayatım topluma hizmetle geçti. Ona devam etmenin yollarını bulurum. Şimdiye kadar öyle var oldum, bundan sonra da öyle var olacağım.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.