Adalet Yürüyüşü'nden sonra...
Bardak taştı, insanlar sokağa döküldü. Bu hareket herkese iyi geldi ve mutlaka devamı gelmeli. Şimdi herkes hem umutlu hem tedirgin, CHP bizi daha evvel düş kırıklığına uğrattı, bu kez de uğratır mı diye korkuyoruz açıkçası, diyorlar. Gerçi Kılıçdaroğlu çok açık bir şekilde “Artık cesuruz, korku gömleğini yırtıp attık, tüm gücümüzle sokakta her yerde mücadelemize devam edeceğiz” dedi. Umarım bu korkular boşa çıkar ve bu sözler bir neticeye ulaşır.
Evet, Adalet Yürüyüşü tüm görkemiyle tamamlandı. Hemen hemen muhalif olan tüm kesimleri bir araya getirdi. Kılıçdaroğlu, çokça yiten ümitlere doğrusu şaşırtıcı ve de doğru bir hamleyle su serpti. Şimdi herkesin aklında aynı soru var: Peki bundan sonra ne olacak?
Elbette hak, hukuk ve adalete acıkmış herkes, tüm kesimleri bir araya getiren bu sokak siyasetinin devamını istiyor. Çünkü Erdoğan her ne kadar “Siyaset mecliste yapılır, adalet adliyede aranır” cinsinden beylikler dizse de, hepimiz biliyoruz ki artık ne mecliste siyaset ne de adliyede adalet kalmadı.
Zira, Erdoğan’ın en başından beri popülist bir taktik izlediğini tüm dünya biliyor. Popülizm denilen hareket, “çoğunluk” demokrasisi der. “Halk biziz” der (Hatta Jan Werner Müller “What Is Populism?” adlı kitabında popülizmi anlatırken Erdoğan’ın "Biz halkız. Siz kimsiniz?" sözlerini örnek verir). Kendi çoğunluğu dışında kalanları yozlaşmış elitler olarak lanse eder. Yani dışlar. Bunu söylerken, tuhaf bir şekilde kendi çoğunluğunun dışında kalanların da halk olduğu gerçeğini göz ardı eder. Oysa, liberal demokrasinin temeli çoğunlukçu değil, çoğulcudur. Her kesimin ayrı ayrı temsiliyetini önemser. Popülist söylem 'tekçi'dir, hitap ettiği çoğunluğu esas alır, bu çoğunluk dışındaki hiçbir şey meşru değildir, dolayısıyla hakları yoktur. Son derece ilkel bir demokrasi anlayışı. Nitekim popülistler zamanla tüm kurumları, medyayı ele geçirir, anayasayı dahi sorgulatır, neticede tüm şartları kendine uyarlar. Kendi halkı dışında kalana yaşama alanı bırakmaz. Sonra da çıkar, “Biz kimseye karışmıyoruz” der. Halbuki yayılmacı ve tekçi popülist politika balon gibidir. Balonun içindeki yandaşlar ve dışındaki muhalifler. Bir odanın içinde şişen bir balon düşünün. Dışarıdakileri köşeye sıkıştırır, nefessiz bırakır. Lakin malumunuz, o balon bir gün patlar.
Popülizm üzerine çalışmalar yapan Hollandalı ünlü Siyaset Bilimci Cas Mudde’ye Türkiye’deki durum sorulduğunda açıkça söylüyor “Erdoğan gibi biri o kadar uzun zamandır iktidarda ve o kadar baskın konumda ki, gidecek yeri kalmadı. Hadi çoğunluğu elde etmeyi geçtim, o kadar uzun süredir iktidardayken toplumun büyük bir kısmını hâlâ bir takım elitler olduğuna nasıl ikna edeceksiniz?”
Peki popülizmin önüne nasıl geçebiliriz? Bu konuda Cas Mudde “Popülizme karşı ya da popülist rejim içinde yer alan muhalefetin yaptığı en büyük hata popülizm karşıtı olmak. Bana göre muhalefetin temeli her zaman ürününüzün daha iyi olduğu iddiasına dayanır, liberal demokrasinin herkes için iyi olduğu iddiasına dayanır” diyor.
Bu noktada; Adalet Mitingi’nde Kılıçdaroğlu’nun yaptığı konuşmanın tam da olması gereken konuşma olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten Adalet Yürüyüşü’nün yöntemi de kapsayıcı idi, “Herkes İçin Adalet” diyerek çıktılar yola. Kılıçdaroğlu konuşmasında ısrarla “halkın tamamı” için konuştu. 15 Temmuz’da sokağa çıkanları da kucakladı, tüm şehitleri de. Başı örtülüyü de kucakladı, dindarları da. Çiftçiyi de kucakladı, akademisyenleri de. "Birinci sınıf demokrasiyi getireceğiz" bu ülkeye diyor. Yani liberal demokrasinin herkes için iyi olduğunu anlatmaya çalışıyor. Oysa Erdoğan her fırsatta –daha önceki bir yazımda detaylı örneğini verdiğim üzere- Gezi ile 15 Temmuz’u kıyaslayıp duruyor. Gezi’deki çocuklara “çapulcu” demekten çekinmiyor. Kadınları anne olanlar ve olmayanlar, aydınları ecdadı bilenler ve bilmeyenler, medyayı, hakimleri, sanatçıları kısacası herkesi kendisi gibi düşünenler ve düşünmeyenler diye ayırıp ayırıp duruyor. Bu halkı kutuplaştırmak değil de nedir?
Cas Mudde devam ediyor ve röportajının sonunda tüyoyu veriyor: “Popülizm baskın hale geldiğinde, Türkiye ya da Macaristan’ı örnek olarak alabiliriz, insanların bir araya gelmeleri gerekli. 1990’larda Slovakya’da başbakanlık yapan Vladimir Meciar’ı hatırlıyorum, otoriter bir popülist olarak gayet baskın hale gelmişti. Bir noktada devlet üzerindeki gücü her geçen gün daha da artınca tüm muhalif partiler bir araya geldiler ve onu iktidardan indirmek için bir blok kurdular. Bunun sonrasında herkes kendi yoluna gitti, vs. Bana göre bu önemli. Bence Macaristan gibi bir ülkede herhangi bir liberal demokratın tek gündemi Fidesz’in güç tekelini kırmak olmalı. Bunun sonrasında daha öncesinde ne yapıyorsan oraya dönebilirsin. Ancak “merkez sol mu, sol mu yoksa merkez sağ mı daha iyi” gibi bir muhabbete dalmadan önce sistemi kurtarman gerek”.
Doğrusu, 1 Kasım seçimlerinden beri söyleyip durduğumuz şeyi son derece pür ve net söylüyor Mudde. Ülkede bu yönde “Demokrasi İçin Birlik” gibi birleştirici platformlar da kuruldu; fakat bir sonuca ulaşılamadı. Çünkü CHP gibi geniş tabanlı partiler aktif destek sağlamadılar. Belki halk da henüz miadını doldurmamıştı. Ama artık bir başlangıç yapıldı, Adalet Yürüyüşü herkesi bir araya getirdi. Bardak taştı, insanlar sokağa döküldü. Bu hareket herkese iyi geldi ve mutlaka devamı gelmeli. Şimdi herkes hem umutlu hem tedirgin, CHP bizi daha evvel düş kırıklığına uğrattı, bu kez de uğratır mı diye korkuyoruz açıkçası, diyorlar. Gerçi milyonları bir araya getiren Adalet Mitingi’nde Kılıçdaroğlu çok açık bir şekilde “Artık cesuruz, korku gömleğini yırtıp attık, tüm gücümüzle sokakta her yerde mücadelemize devam edeceğiz” dedi. Umarım bu korkular boşa çıkar ve bu sözler bir neticeye ulaşır. Burada tek iş CHP’ye düşmüyor elbette, muhalif olan, hak ve adalet arayan herkesin katılımı önemli. Zira tıpkı Mudde’nin dediği gibi; öncelikle Anayasa’nın ilk dört maddesinde yazılı sistemi kurtarmamız gerekiyor.