Göçen hayaller
Binlerce Suriyeli kendi vatanlarının dışında doğdu, binlerce çocuk kendi kültürlerine de yaşadığı bu toprakların kültürüne de tamamen yabancı, ana dillerini öğrenemiyor, okullarda bilmedikleri bir dilde eğitim alıyorlar. Binlerce aile geleneklerini, göreneklerini yaşayamıyor. Çalışabilecek durumdaki birçoğu ise ucuz işgücünden başka anlam taşımıyor. Yıkım sadece Suriye’nin içinde değil yani. Koskoca bir toplum harap edildi.
Geldiğimiz nokta Suriye vekalet savaşının mimarlarının, mülteciler üzerinden kelle hesabı yapanların, vekalet savaşı yürütürken birdenbire mülteci krizi ile baş başa kalanların, “ikinci bir Fransız İhtilali” beklerken IŞİD ile uyananların ve en çok da mülteci Suriyelilerin hayallerinin göçtüğü noktadır.
2011 Haziran ayında katliam sonrasında Cısr El Şuğur’a gittiğimiz zaman Suriye halkını nelerin beklediğini aşağı yukarı idrak etmiştik. Toplu mezarlardan asker cesetleri çıkarıldıktan sonra gazeteci grubu ile bulunduğumuz yemekte bölgedeki güvenlik güçlerinin komutanı, ailesi ile birlikte Türkiye tarafına kaçan bir kadını geri dönmesi için ikna etmeye çalışıyordu: Komutan olarak söz veriyorum size ve ailenize en ufak bir zarar gelmeyecek, burada her şey kontrolümüz altında, evlerinize dönün.
Bu insanlar neden, kimden kaçıyordu? “Büyük kaçışta” tuhaflıklar silsilesi erken başlamıştı.
Sınırın Türkiye tarafında hazırlıklar çoktan yapılmıştı zaten. Sınır kapısının bulunduğu Yayladağ’daki eski Tekel fabrikası “müstakbel mülteciler” için hazırlanmıştı. Hatay – Suriye sınırında birçok yerde dozerler hummalı bir çalışma içindeydi. Olacakları biz o zamanlar bilmiyorduk ama bilenler vardı demek ki!
Olaylar ülkenin güneyindeki Mart 2011’de Dera’da patlak vermişti ama nedense kaçışlar Nisan’da çatışmaların hiç yaşanmadığı kuzeyden (Lazkiye’den) yani Türkiye sınırından başlamıştı: tarih 29 Nisan 2011. Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu yaklaşık 250 kişilik bir Suriyeli grubu, ellerinde Türk bayraklarıyla Türkçe "Türkler gibi yaşamak istiyoruz" sloganları atarak Hatay’ın Yayladağı sınırındaki tel örgüleri aşarak Türkiye tarafına geçti. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Konya’daki gezisini yarıda keserek Ankara’ya döndü ve acilen “mülteci zirvesi” düzenledi. (1) Sonra Cısr El Şuğur katliamı yaşandı ve Türkiye ya da sınırına doğru akın edenlerin sayısı Haziran’da 1300’ü buldu (2).
“Kaçışlar” başlamadan önce yöre halkına “Türkiye’ye gidenlere ev, 200-300 dolar maaş verilecek söylentisi yayılmıştı. Türk yetkililerin ziyaret ettiği sırada ellerine tutuşturulmuş bayraklar ile “Türkiye bizi kurtarsın” diyen Suriyeliler elbette o zamanlar uluslararası paylaşım savaşının malzemelerinden biri olduklarının farkında değildi (birçoğu hâlâ farkında değil).
Süreç ilerledikçe hayatlarına kabus gibi çöken çatışmalar, örgütler, harap olan mekanlardan da kaçtılar. Bir kısmının amacı ise Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmekti. Bu nedenle kaçanlar olduğu kadar göçenler de vardı.
Hükümet de o dönemde Suriye’ye “insani müdahale” için “mülteci” sayısını mümkün olduğunca arttırmaya çalışıyordu. Öyle ki kapıların henüz açık olduğu o dönemde turist olarak gelenlerin pasaportlarına bile (kendilerinin haberi olmadan) “mülteci” damgası vuruluyordu.
O dönemde yapılan resmi açıklamaları hatırlayalım: 100 bin sınırının “uluslararası müdahale için” eşik olduğu belirtiliyordu. Hükümet bu nedenle “mülteci” sayısının artması için elinden geleni yaptı. Sonra sayı artmaya başladı ve yaklaşık 3 milyona ulaştı.
Biz onlara “mülteci” diyoruz ama onlar resmi tanımlamaya göre “misafir.” Misafirperverliğimizden değil elbet. Uluslararası hukuk açısından kelime oyunuydu bu sadece. Dış politika mimarlarımız da savaşın bu kadar uzun süreceğini hesaplayamamış, kısa süre sonra evlerine döneceklerini sanmışlardı. Diğer yandan mültecileri istediğimiz zaman geri gönderemezdik ama misafiri her an kapı dışarı edebilirdik, kimse de bize bir şey diyemezdi.
Hoş zaten diyecek olanlar da Suriye halkının kanı üzerinden aynı oyunları oynayanlar ve Türkiye ile “kelle başı Euro” pazarlığı yapanlardı.
Türk basını o dönemde gelen herkesi “Esad’ın zulmünden kaçanlar” olarak yazıyordu ama “Misafirlerimizin” özellikle en başta gelenlerinin büyük bir bölümünü “kendilerine garanti verilen, eğitilen militanlar” oluşturuyordu. Kamplar ve etrafında dönen iddiaları hatırlayalım. Söylenti değil elbette, gerçekten de ilk gelen ve kamplara yerleştirenler komşu bir ülkede silahlı mücadele verenler ve onların aileleri ya da taraftarlarıydı.
Öyle ki o dönemde bir televizyon kanalı için telefonla görüştüğüm (Türkiye’deki kamplardan birinde bulunan) Riyad El As’ad “Türk hükümet yetkililerinin izni olmadan konuşamam” diyordu. Varın gerisini siz düşünün.
“Misafir umduğunu değil bulduğunu yer” derler ya, Türkiye yüzbinlerce Suriyeli için tam da öyle oldu. Ne onlar Erdoğan’ın dediği gibi “Muhacirin” oldu ne de hükümet “Ensar.”
Çok iyi politik malzeme olduklarını bilmiyor, kendilerini “değerli” sanıyorlardı.
Ülkelerinden çıkıp geldikleri Türkiye’de küçük bir kısmı hariç, sığınmacı olarak değil ama “sığıntı” olarak yaşamaya başladılar.
Bütün bunlar bir yana Türkiye’de bulunan Suriyeliler ilk geldikleri zamanlarda kendilerini “Erdoğan’ın güvencesi altında” görüyordu. Öyle ki Hatay’da girdikleri lokantalarda “hesabı Erdoğan ödeyecek” diyenler bile vardı.
Hesap ödeniyor şimdi ama Suriyeliler tarafından. Binlerce Suriyeli kendi vatanlarının dışında doğdu, binlerce çocuk kendi kültürlerine de yaşadığı bu toprakların kültürüne de tamamen yabancı, ana dillerini öğrenemiyor, okullarda bilmedikleri bir dilde eğitim alıyorlar. Binlerce aile geleneklerini, göreneklerini yaşayamıyor. Çalışabilecek durumdaki birçoğu ise ucuz işgücünden başka anlam taşımıyor. Yıkım sadece Suriye’nin içinde değil yani. Koskoca bir toplum harap edildi.
Bu insanların çoğu öyle ya da böyle hiç bilmedikleri bir oyunun parçası olarak kullanıldı.
Bir kısmı sadece kaçtığı için değil “hayallerinin peşine düşerek” geldi bu topraklara.
Kendi toprakları yeterince cazip değil miydi? Yönetimin hâkim olduğu şehirlere göçenleri düşünecek olursan bir kısmı için evet. Ancak ekonomik koşullar başta olmak üzere birtakım sebepler yüzünden Türkiye daha cazipti. Göçme sebepleri ne olursa olsun buraya gelenlerin hemen hemen yarısının silahlı gruplara destek vermediğini ya da “nötr” olduğunu da belirtmek gerek.
Suriyeliler ile konuştuğumuzda, (sığınmacı psikolojisi ile) önce yönetimden şikayetçi olduklarını belirtiyorlar, sohbet koyulaştığında birçoğu “aslında bizim oralar iyiydi” demeye, geldikleri yerlerde okullarının, evlerinin, akrabalarının, kısaca bir hayatlarının olduğunu ve geri dönmek istediklerini anlatmaya başlıyorlar.
Onların çoğu kalmaya istekli değil. Bayramda 500 bin Suriyeli ülkelerine gitti. İlk fırsatta önemli bir kısmı dönecektir. Yeter ki şu politikacılar çeksin ellerini hayatlarından. Hepsi kendi topraklarına mutlu mesut dönmeyecekler elbette.
Şam’da bulunduğum zamanlarda mahallenin bakkalı oğlunu Türkiye’ye göndermek istediğini söyleyip yardım istemişti. Ona Türkiye’deki Suriyelilerin durumunun hiç de düşündüğü gibi olmadığını anlatmaya çalıştım. İkna olmuş muydu bilmiyorum.
Suriyelilerin bugün yaşadıkları sistematik bir uygulamanın sonucu değil elbette. Hamile bir kadına tecavüz edilip çocuğu ile birlikte öldürülmesi sonrası zanlıların linç edilmeye kalkışılması (ayrı bir tartışma konusu) ve cenaze törenine yaklaşık 10 bin kişinin katılması da halkın tamamının Suriyelilere nefret ile bakmadığını gösteriyor.
Ancak bu cinayetler öncesinde yayılan ve/veya sosyal medyada kullanılan söylemler tehlikenin ne kadar büyük olduğunu da gösteriyor.
O genç kadının yolu nasıl oldu da canice öldürüldüğü Sakarya’ya düştü?
Batı emperyalizminin başını çektiği Suriye politikalarından tutun da Suriyelilere mülteci sıfatı ve haklarının verilmemesine kadar geniş bir yelpazede birçok sebep var.
Suriyelilerin göçen hayalleri büyüktü ama işte -Allah kahretsin ki- gerçek bu. Ortadoğu halklarının gerçeği.
(1) http://www.ydh.com.tr/YD334_ankaranin-multeci-aski-kabusa-donerken.html
(2) http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/305249/Bizim_siginmacilarimiz...html