YAZARLAR

İdam sevdalıları, Adnan Menderes’in asıldığını bilmez mi?

Türkiye’de idam cezası sevdalıları, genellikle düşmanlık besledikleri kişiler idam edilecek diye düşünür. Aksini hayal etseler herhalde böylesine şehvetle desteklemezlerdi. Celal Bayar’ın söyleşisinin sonundaki hatıra, bu açıdan çok önemli. Sağ siyasetin efsaneleştirilmiş adı olan Menderes’in idamının, insani boyutunu sergilemesi açısından.

Celal Bayar’ın gözünden DP (Demokrat Parti) dönemi ve Adnan Menderes’in anlatıldığı Başvekilim Adnan Menderes adlı kitaba devam...

Son yazıda, Bayar’ın Menderes ile tanışması, ilk izlenimleri ve çok partili yaşama geçiş dönemi hakkındaki genel değerlendirmeleri ile hayli ilginç darbe tanımı üzerinde durmaya çalışmıştım. Bu yazıda, Adnan Menderes hakkındaki izlenimlerini ve özellikle iki önemli ‘ânı’ aktarmaya çalışacağım. Biri, belki de tarihimizin en önemli parti grup toplantısı. Diğeri, Bayar’ın Menderes ile son karşılaşması.

Bayar’ın Menderes hakkındaki değerlendirmeleri hemen her biri çok olumlu. Genellikle büyük bir sevgi ve hayranlıkla söz ediyor. Söyleşinin, Menderes’in idamından sonra gerçekleşmiş olması duygusal yükü artırmıştır kuşkusuz, ancak ‘muhabbet’ yalnızca koşullardan değil, ideolojik birliktelik ve yol arkadaşlığından kaynaklanıyor.

Önceki yazıda 1946 seçimlerinden söz etmiştim. Bayar, bu döneme özel bir yer ayırıyor konuşmasında. 1946 seçimleri hakikaten tam bir skandal. Açık oy gizli sayım! Resmi sonuçlar ile gerçek olanın örtüşmediği açıktı. DP sandık müşahitlerinin elindeki sonuçlara göre DP 279, CHP 186 vekillik kazanıyordu, oysa resmi sonuç bambaşkaydı. Bayar şöyle yorumluyor: “Bu rakamlar, o günlerin Büyük Millet Meclisi Başkanı Kâzım Karabekir’in, seçimler arifesinde verdiği bir özel demeçte ‘Meclis’te 60-70 muhalif milletvekili bulunması yeter bir ölçüdür.’ sözüne uyuyordu. Demek oluyor ki, Halk Partisi iktidarı, seçimlerden önce, Demokrat Parti için bir kontenjan kabul etmiş ve bu kontenjanı, valileri vasıtasıyla aynen tahakkuk ettirmişti.”

Bayar’ın söz konusu tespiti, CHP’nin 1945 sonrası ‘uysal muhalefet’ beklentisine uygun. Buna mukabil DP’nin başarısı da yasa dışına çıkmadan sert/kararlı muhalefet yapabilmesiydi. Bu tarihler, DP’de Menderes’in yıldızlaştığı, önemli görevler aldığı bir dönem.

Menderes güçlü bir hatip ve işin doğrusu muhalefetin damarına nasıl basılacağını da iyi bilen bir siyasetçi. Seçim sonuçları ardından TBMM’de sert ve eleştirel ifadeleri var. Uzmanlaştığı mali konularda yaptığı bir konuşmanın ardından Başbakan Recep Peker’in sinirlenip Menderes’i hedefleyerek dile getirdiği o meşhur ‘Kötümser ve psikopat ruh’ ifadesi; bir yandan iktidar muhalefet ilişkilerini iyice gerginleştirirken, diğer yandan İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesi'ne yol veriyor. İnönü’nün partiler arasında yansızlığını ilan ettiği Beyanname, DP’nin artık başka bir iklimde çalışabilmesi açısından milat kabul edilebilir.

İşte ‘sine-i millete dönme’ sözleri de bu süreçte dile geliyor. Recep Peker o sözleri sarf edince DP’liler TBMM’yi terk ediyor ve iyi kötü uzlaşma sağlanana dek geri dönmüyor. Burada sözü, sine-i milletin kökenini de anlatan Bayar’a bırakalım: “Basın, bu arabuluculuğa rağmen bizim Meclise dönmediğimizi görünce, Meclisten büsbütün çekildiğimizi, ‘Sine-i Millet’e avdet’ ettiğimizi yazmaya başladı... bugünün gençliği anlamaz, eski bir deyimdir... Atatürk, Kurtuluş Savaşımızın başında Sarayın izlediği politika ile uyuşamadığı, bu politikayı memleketin menfaatine uygun göremediği için, Ordu’dan istifa etmiş, rütbesiz, nişansız, milletin Kurtuluş Savaşını sürdürmüştü... Sine-i Millet’e avdet Atatürk’ün o zaman kullandığı bir deyimdir. Bu deyimin 1946 yıllarında kullanılan manası: Milletvekilliği emanetini millete geri vermek ve iktidarı, oy verenlerin düşmanlığı karşısında bırakmaktır.”

Yinelemekte yarar var, bu gergin dönemin sonu sayılabilecek 12 Temmuz Beyannamesi ardından DP, bazı sorunlar yaşasa da daha güvende hissederek hareket etmeye başlamıştı.

Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes, Baha Matbaası Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes, Baha Matbaası

Bayar, ilk yılları anlattığı sayfalarda tüm bu görüşme ve uzlaşma çabalarını, iktidarın DP’yi kapatmaktan söz etmeye başlamasını ve hatta Recep Peker’in (sert bir siyasi hasım olmasına karşın, hakkını teslim ederek!) kapatma önerilerini reddedişini, yeni seçim yasası tartışmalarını, asker ile ilişkileri, Menderes’in siyaset yapma tarzını, büyük bir güçle iktidara gelişin öyküsünü (Ali Fuat Cebesoy’un cumhurbaşkanı olma hevesi gibi magazin sayılabilecek anılarla birlikte!), cumhurbaşkanı seçilişini, Menderes’i başbakan olarak görevlendirilişini, ilk hükümet programını, Arapça ezan yasağının kaldırılışını anlatıyor. Arapça ezan yasağının CHP’nin de desteğiyle kaldırıldığını hatırlatmaktan geri durmuyor. Menderes’in TSK ve üniversite ile ilişkilerine ve malum ‘Dokuz Subay’ olayına da değiniyor. Bu, bir darbe niyetinin ortaya çıkışıydı ve trajik bir biçimde, darbe planını ihbar eden subay mahkûm olup darbeci ‘subaylar’ beraat etmişti!

NATO’ya giriş niyeti/çabası, İnönü CHP’sinin bu konuda hükümete verdiği destek (ki o tarihlerde dış politika, iç siyasi çekişmenin bir parçası değil henüz) ve benim bir önceki yazıda Cem Eroğul’dan alıntılayarak ‘pakt humması’ olarak tanımladığım eğilim, Bayar’ın özellikle üzerinde durduğu konular. Menderes ile hemfikir olmadığı nadir konulardan biri ise CHP’nin mallarının Hazine’ye devredilmesi. Bayar, Menderes’i ve partilileri bu konuda uyardığını, devr-i sabık yaratmayacaklarına dair verdikleri sözün arkasında durmaları gerektiğini hatırlattığını, ancak Meclis çoğunluğunun teşkilat baskısına dayanamadığını belirtiyor.

Bayar’ın, Menderes’i överken dile getirdiği bazı bilgiler (örneğin tüm demokratikleşme vaatlerinin yerine getirilmiş olması gibi) somut gerçeklerle bağdaşmasa ya da örneğin methettiği ‘büyük şehir’ siyaseti bugün dahi eleştiriliyor olsa da beni asıl ilgilendiren, yazının başında söz ettiğim o tarihi grup toplantısına ve sonrasına bakışı. Çünkü Bayar’ın hem 1955’teki bu grup toplantısı fırtınası, hem de sonrası hakkındaki değerlendirmeleri, kavgaya tutuşmuş iktidarların nasıl bir akıl tutulması yaşayabileceğinin ibret verici örneğidir.

Şöyle ki:

1954 seçimlerinde DP, CHP’yi muhalefetten dahi tasfiye etti (nitekim bunu vadetmişti!) ve TBMM, adeta DP parti grubuna dönüştü! Ancak bu tarihten sonra rüzgâr DP için ters döndü. Vahim 6-7 Eylül 1955 olayları ardından parti içi eleştiri yoğunlaştı. Sözünü ettiğim grup toplantısının tarihi, 29 Kasım 1955. Dilerseniz burada da sözü, iki anayasa hukuku profesörü Cem Eroğul ve Fazıl Sağlam’a bırakayım. İki Hoca, 16 Nisan 2017 halk oylaması sürecinde tarihsel bir sorumlulukları olduğu düşüncesiyle Birgün gazetesinde tek sayfalık bir metin yayınladı (çeşitli internet gazetelerinde de yer aldı). Söz konusu ‘uyarı’ metninde 29 Kasım tarihli o grup toplantısına atıf var:

“... tarihte öyle anlar vardır ki, Meclis’te yapılmış bir oylama ülkenin kaderini değiştirebilir. Geçmişte, bunun en çarpıcı örneği 29 Kasım 1955 günü, Demokrat Parti Meclis Grubu’nda yapılan oylamadır. O günlerde milletvekillerinin yüzde 93’ünü barındıran Grup, TBMM demekti. Grup, bir hafta önce, keyfi yönetimi ve beceriksizliği artık iyice ortaya çıkan Menderes Hükümeti’ne karşı gensoru vermişti. Eleştiriler öylesine şiddetli oldu ki, bütün bakanlar istifa etmek zorunda kaldı. Demokratik kurallar, hükümeti düşürülmüş olan başbakanın da görevden ayrılmasını gerektirirdi. Ama Menderes kürsüye çıktı ve "Ben istifa etmiyorum. Sizin kudretiniz o kadar büyüktür ki, şu anda isterseniz anayasayı bile değiştirebilirsiniz. Kendimi tamamen grubun takdirine terk ediyorum" dedi. Bu duygusallığa kendini kaptıran DP Grubu, parlamenter gelenekte hiç yeri olmayan bir şey yapıp düşürdüğü hükümetin bir tek başbakanına güvenoyu verdi! İşte bu oylama hem Menderes’in hem de Türkiye’nin kaderini belirledi. Siyasi yaşamının sonunu bu kadar yakından gören Menderes’i ondan sonra artık durdurmak mümkün olmadı. Bir oylamada gösterilen zaaf, hem sözde korunmak istenenlerin mahvına, hem de ülkenin askeri darbeler sarmalına kapılmasına yol açtı.”

Görüldüğü gibi, Türkiye tarihini değiştirebilecek tarihi bir an, böylece feda edilmiştir. Bayar o anları, ‘İktidar grubunda fırtına’ başlığı altında ele alıyor söyleşide. Ve diyor ki: “Yeni hükümet kurma vazifesini yine Adnan Menderes’e verdim. Bunu, kendisi de beklemekteydi. Çünkü görüyordum ki Demokrat Parti grubunun en cevherli adamı Adnan Menderes idi... Bir devlet adamının iş yapma konusunda olması gereken cesaret, onda hudutsuzdu... Halkın ve Parlamentonun sevgilisi olmasını çok iyi bildiği halde diktatör olmaya katiyen istidadı yoktu. Mizacı buna elverişli değildi. Ondan daha iyi, ‘Kuvvetli, fakat koruyucu ve şefkatli’ bir Başvekil bulmak güçtü.” Celal Bayar, tarihi bir fırsatın kaçırılışını ve memleketin göz göre göre sonu belirsiz bir maceraya sürüklenişini, her şey olup bittikten yıllar sonra dahi bu ifadelerle anlatmayı tercih ediyor!

DP öyküsünün sonrası malum. Sarpa saran işler, dikiş tutmayan bir parti, giderek sertleşen bir muhalefet ve 27 Mayıs.

Gelelim yazının başlığına.

Türkiye’de idam tartışması sık gündeme geliyor. Kişisel olarak bu saatten sonra yeniden kabul edilmeyeceğini düşünmekle birlikte, Türkiye milliyetçi/İslamcı sağının ısıtıp masaya sürmekten hoşlandığı bir konu. Anayasa’dan (ve mevzuattan) 2001 ve 2004 değişiklikleriyle kaldırıldı idam cezası. Yani, içinde MHP’nin olduğu ‘üçlü koalisyon’ ile AKP’nin yaptığı değişiklikler. Şimdi bu iki parti ile milliyetçiliği onlara kaptırma korkusu yaşayanlar, yine idam destekçisi oluverdi. Kendi kaldırdıkları idam cezasını, yeniden getirmek istedikleri iddiasındalar. Tartışmanın ilkelliğini, gündeme getirenlerin düzeyini, vahim argümanlarını vs. bir yana bırakalım şimdilik. Türkiye’de idam cezası sevdalıları, genellikle düşmanlık besledikleri kişiler idam edilecek diye düşünür. Aksini hayal etseler herhalde böylesine şehvetle desteklemezlerdi. Celal Bayar’ın söyleşisinin sonundaki hatıra, bu açıdan çok önemli. Sağ siyasetin efsaneleştirilmiş adı olan Menderes’in idamının, insani boyutunu sergilemesi açısından.

Malum, berbat bir yargılama ardından, İnönü ve Gürsel’in çabalarına karşın (ordu içindeki bir cuntanın marifetiyle) Polatkan ve Zorlu ile birlikte darağacına gönderilen Adnan Menderes, idam edilmeden önce yaşamına son vermek istemiş, başaramamış, tedavi edildikten sonra cezası infaz edilmiştir.

Söyleşi, Bayar’ın, her okuduğumda beni bir kez daha hüzünlendiren şu sözleriyle sona eriyor: “...Aylarca yan yana iki sandalyede oturduk. Fakat görüşmek yasaktı. Her duruşmada biraz daha zayıfladığını, âdeta eridiğini görüyordum. Bir gün not alırken elindeki dolmakalemin mürekkebi bitti. Kendi kalemimi kendisine uzattım. Döndü, gözlerimin içine bakarak kalemi aldı. Notunu tamamladı. Sonra kalemi yine bana uzatırken yavaşça: Teşekkür ederim, dedi... kendisinden son söz budur. Şimdi, onun sevgisi yüreğimde... Hayali, kirpiklerimin ucunda... Gözlerimde saygı yaşları var... Bu kadar yeter... Artık konuşamayacağım...”

İşte, ilkellikte ısrarlı bir güruhun şuursuzca desteklediği idam cezası, üç aşağı beş yukarı, böyle bir şey...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.