Korkarım kimse bizi kıskanmıyor
“Düşman dünya” meselesinin bir tarafında siyasi iktidarların ağır istismar politikaları varsa, diğer tarafında da kendimize vehmettiğimiz önem var. Oysa ne her şeyin etrafında dönüp durduğu bir merkeziz ne de o kadar önemliyiz. I am çok sorry vallahi ama bir şey daha söyleyeceğim; kimsenin bizi kıskandığı filan da yok. Almanlar bizi gerçekten kıskanıyor mu acaba diye bir dizi sokak röportajı yapmış birileri. Bence üşenmeyip bir izleyin de görün ne menem bir kıskanmakmış bu...
TRT günlerinde televizyonda yayınlanan yabancı dizi ve filmleri gündelik dilden farklı bir tonlamayla aralara bol “dostum” ve bol “kahrolasıca” sıkıştıran dublajlar eşliğinde izlerdik. Seslendirme sanatçıları yabancı oyuncuların yüzleri ve mimikleriyle senkron tutturmak için ağırdan alır ve cümleleri yaya yaya konuşurdu. Bu dublajların müthiş başarılı olduğuna dair de esaslı bir kanaatimiz vardı. Ta ki gün gelip Rock Hudson’ı olsun, Robert Redford’ı ya da Sophia Loren’i olsun bir yerlerde kendi seslerinin tınısı ve buğusuyla kendi dillerinde konuşurken duyana kadar.
Yabancı film ve dizileri alt yazı ile izlemek yavaş yavaş yaygınlaşsa da seslendirme işi hiç bitmedi ve bugüne kadar sürüp geldi. Dublaj tecrübemiz, şov ve güldürü programlarına ya da sosyal medyada dolaşıma giren videolara bir mizah malzemesi de verdi. Bir Siirtli Nilay var mesela, müthiş bir yetenek, çok güzel eğleniyor bu dublaj deneyiminin hayat verdiği konuşma diliyle. Bir arkadaşım da ulusal dublaj tecrübemizden kendilerine özel bir dil edinmiş ve ciddi ciddi böyle konuşan iki kardeşten söz eder zaman zaman. Bu kardeşlerin taklidi bile çok komiktir ki kendilerine denk gelinse gülmekten perişan ederler insanı herhalde. Aşağı yukarı şöyle bir konuşma tarzı;
-Ne dersin ahbap, yarın Perihan Teyzelere gidelim mi?
-Bu kahrolasıca ev ziyareti fikri de nereden çıktı? Oturdukları semti bile bilmiyoruz!
-Korkarım Yaşamkent’te oturuyorlar.
-Sen neyin peşindesin dostum? Yaşamkent buradan kırk kahrolasıca mil ötede...
BİRAZ DURUP KENDİNE BAKMAK
Bu arkadaşlar muhtemelen biraz geri çekilip hayata bakmak, kendileriyle ve bilumum egosantrik hallerle yüzleşmek bakımından matrak bir yol bulmuşlar. İnsan kendi içsel ya da “yerel” dünyasıyla fazlaca haşır neşir olduğunda, oraya gömüldüğünde hiç iyi olmuyor çünkü. En iyi ihtimalle içten ve dıştan düşmanlar üretiyor kendine. Bakmayın siz kültür, örf, adet elden gidiyor çığırtkanlığına, saç diplerimizden ayak tabanımızdaki nasıra kadar yerelliğe batmış biçimde yaşıyoruz. “Dışarı”ya ait olan her şey ve herkes potansiyel kötülük kaynağı ve düşman gibi görülüyor.
Mesela bir çocuğu evlat edinmek isteyenlere, “Ayy olmaz öyle şey. Genetiğini bilmiyorsun, ailesi hırlı mı hırsız mı bilmiyorsun” filan diyorlar memleketimizde. Sanırsın herkes Scarlett Johansson’lan Johnny Depp’in genetik altyapısından ve Ferrari’sini satmış bilgeler sülalesinden geliyor. Kimsesiz bir bebekle aile olma fikrini öyle de net bir biçimde reddediyor halkımız. “Hırsız olsun benden olsun” fikriyle hareket edince, “yabancı” olan herkese bakış da maatteessüf benzer bir bakış oluyor...
İşte ticari televizyon yayıncılığının palazlandığı günlerden bugüne, ekranlarda ve sinema perdesinde, bitişik kaşlı, silahlı ve asabi erkek “yerel” karakterler sağanağı altında olmamız da bu türden zaaflarla ilgili. Televizyon endüstrimizin yerli programları henüz bol kepçe üretemediği zamanlarda, “yabancı”ya bu kadar kapalı değildik tabii ki. Ceyarlar, Pamelalar, Bayan Rottenmeierler ve Harrietler, Kaptan Kirkler ve Mr. Spocklar, Laura Ingallslar, “Yapabilirsin Clara”lar ve Heidiler ile filan hiçbir sorunumuz olmazdı. İyileri sever, kötülere kızardık. Çekerekli bir babaanne, “gözün kör olmasın senin Bayan Harriet” diye diye ilenirdi. Hey gidi günler hey... Hiçbir şey değil de bunca yabancı ismi Şavşat’ta da, Lice’de de, Milas’ta ve Çan’da da yediden yetmişe sayabilen bir nüfusa bir renk, bir işve gelir, meselelerimize biraz yabancılaşma ihtimalimiz olurdu. Kendi olayımızı yabancı insanların olayıyla karşılaştırma imkanı bulurduk.
BİZİM BİRAZ YABANCILAŞMAMIZ LAZIM
Bu kadar laftan sonra şunu iç rahatlığıyla söyleyebiliriz; bizim sorunumuz yabancılaşma değil yabancılaşamama sorunu. Tamam emeğimize yabancılaşmayalım, hâlâ bir iş sahibi olanlarımız da işyeri yabancılaşması filan yaşamasın. Fakat kültürümüzü de evladımız gibi bu kadar bağrımıza basmayalım be güzelim. Kültürün de evlat gibi hayırlısı var hayırsızı var. Biraz uzaklaşalım, biraz dışarıdan bakalım... Kendi mesel ve misallerimize biraz yabancılaşmış bir pozisyondan baktığımızda, takıldığımız birçok şeye takılmadan da hayatın yeterince zor ve zorlayıcı olduğunu anlayabiliriz belki.
Başımıza gelen en acı şeyler, şöyle biraz uzaklaşarak dışarıdan bakamadığımız “hassasiyetler”den, düşmanlarla dolu bir dünya tasavvurundan gelmiyor mu? Oysa Bertolt Brecht’in dediği gibi, "Kim düşmandan söz ediyorsa, o kişi düşmanın kendisidir". Geçerken bu notu da düşüreyim. Birileri bulur okur bakarsınız...
Bu “düşman dünya” meselesinin bir tarafında siyasi iktidarların ağır istismar politikaları varsa, diğer tarafında da kendimize vehmettiğimiz önem var. Oysa ne her şeyin etrafında dönüp durduğu bir merkeziz ne de o kadar önemliyiz. I am çok sorry vallahi ama bir şey daha söyleyeceğim; kimsenin bizi kıskandığı filan da yok. Almanlar bizi gerçekten kıskanıyor mu acaba diye bir dizi sokak röportajı yapmış birileri. Bence üşenmeyip bir izleyin şuradan da görün ne menem bir kıskanmakmış bu... Röportaj yapılanların kimisi kikirdeyerek “niye kıskanmalıymışım ki Türkiye’yi?” diye soruyor. Kimi hafif alaycı bakıyor muhabire, “Türkiye’ye karşı boş değilim ama kıskandığım da söylenemez” gibisinden. Açık açık, “kıskanacağım kadar iyi giden bir şey yok orada” diyen de var. Hakikaten herhangi bir Avrupa ülkesi bizi niçin kıskansın ki? Bunu iddia etmek için hiçbir neden yok, aklımızı kaçırmadıysak tabii. Bizde olan her şeyin alasını bizi kıskandığı iddia edilen ülkeler yüz yıl önce yapmış zaten. İnan olsun ki köprüler, havalimanları, yollar, barajlar filan değil, sokaklarında güven ve neşe içinde oyun oynayan çocuklar kadar kıskanılacak bir şeyi yoktur bir ülkenin.
Kısacası, korkarım hiç kimse bizi kıskanmıyor. Ne kıskanacak? Kıskanılacak tek şeyimiz tarihi ve doğal varlıklarımız olabilir ki oralarda da taş üstünde taş kalmayacak bu gidişle... O yüzden çıkalım bu duygulardan. Yüksek sesle on kez “İngiliz’in İngiliz’den başka dostu yoktur” diyelim mesela. Kulağa komik geliyor değil mi? Dünyanın her yerinde milliyetçi dışlama bu şekil konuşuyor. Demem o ki biraz uzaktan bakalım, düşmanların ve milliyetçi dışlamanın bizi kıstırdığı yerelliğimize az biraz yabancılaşalım. Kıyamet kopmaz...