YAZARLAR

'Öfkemin sırtına ektiğim buğdaylar'

Bir ay iki haftadır bu yazının başlangıç cümlesini düşünüyorum. Bir ay iki haftadır bu başlangıç cümlesinin, bu başlangıç cümlesini düşünmem üzerine olacağını da düşündüm her hafta. Cümle bozuk oldu ama, sanırım, bazı cümleler zaten bozuk olmalı. Virgülün haddi yok. Olsun.

Aritmetik, cebir, matematik, hendese, fen, fünûn, ispat; bakkaldan bir şey alırken kafamdan yaptığım parmak hesabı, şimdi bu sene yaş kaça vardı aritmetiği, bin yıl evvel girilmiş seçme sınavındaki 45 sorunun bir miktarıyla cebelleşme haricinde neredeyse hiç işime yaramadı. Kolaylıkla diyebilirim, tek nefeste, yek yudumda: Aritmetik, cebir, matematik, hendese, fen her neyse onlar, pozitif olanlar, yekten cahiliyim. Bir ay iki haftayı sayabildim çünkü bir yandan, kalabalık olarak gün sayıyoruz. Niyetim ve gayretim yeni sözler söylemek için teşbih bulmak falan değil. Yahut ne bileyim, zaten olan ve birçok insan tarafından paylaşılan bir ruh halini kanırtmak değil. Duygulu sözler etmek de değil. Çaresizlik denen duyguyu “non-politik” bir yerden okumaya hevesim de yok. Ama insan anlıyor. Neyi anlıyor?

Şunu anlıyor: 99’da olanlar karşısında herkes nasıl da infiale varmamış, toplu olarak kimileri nasıl delirmemiş diye düşünüyorsun ya, kazın ayağında perdeden çok ne var? Onlarca yılın “aritmetik ortası” sayılacak bir yılın, 93’ün karşısında eşim dostum, ebeveynim, akraba-i taallukatım nasıl dayanmış, nereden nereye sığınmış da bir şekilde ayakta kalabilmiş gibi soruların cevabı varmış. Sabredersen söyleniyormuş söylenecekler. Söyleniyor işte. Günler birbirini izliyor. Bir gün ötekine eklenirken, sabah güneş doğarken parmak hesabından fazlasını yapmak gerekiyor meğer. Öyle nidayla falan bir şeyin değişmeyeceğini de biliyorsun. Kıssalar, menkıbeler, feyizli hikâyeler, meseller çok uzakta. Apaçık gerçekler var. Gerçek: Günler geçiyor, beden eriyor.

Kendinden hiç bahsetmeden, kendini hesaba katmadan, onlarca yüzlerce görüntüyü yok sayarak nasıl anlatabilirsin? Konu asla sen değilken ama anlatmanın yolu ancak kendini hesaba katarak anlatmakken, açmazın neresine su dökmen lazım? Nadirattan da olsa ferah rüyaların sabahına uyanmış gibi yapsan ne olur? O ânı, o ruh halini anlatmaya çalışsan? Boş gayret.

Semih Özakça’yı hiç tanımadım. Ama şimdi, şu an yan yana gelsek, üçüncü dakikada Mazıdağı’ndan bahsedeceğimizi biliyorum. Konuyu aniden Kızıltepe’ye getirmek için uğraşacağımı ve onun bunu hissedeceğini biliyorum. Öğrencilik günlerinden dem vuracağımızı, kimi marşların prozodi hatası hakkında muhabbet açacağımızı, konuşmanın bir yerinde hatta hafif gerileceğimizi hayal ediyorum. Semih ismi üzerine şaka yapacağım an bile var aklımda –bazen şakayı hangi zaman diliminde yaptığın, şakanın kendisinden daha mühim oluverir. Ortak tanıdıkların bolluğu şüphe götürmez zaten. O oradan geldi, bu buraya gitti, şu şunu okudu, beriki dünü yazdı, öteki yarını yazıyor. Gün geceye ulandı, muhabbet uzadı, yol yol oldu bile.

Nuriye Gülmen’i tanıdım. Onu tanımamışım gibi yazmakla, “sırtıma ektiğim buğdaylar”dan bahsetmek arasında tüyden bir çizgi var. Hak? Haksızlık? Burada ben hiç mühim değilim, mümkünse benim hiç mühim olmadığım bir mesafeden, bir yerden, bir ovadan yazmak isterdim. Bu yüzden, bir ay iki haftadır aritmetik, cebir, matematik, hendese, fen, fünûn, ispat gibi şeyler düşünüyorum. O olsaydı diyorum, o mesafeden, o ruh halinden, o aralıktan yazsaydım bir şeyler. Cahillik işte; öyle bir şey yazsaydım ki mesela, üç kişiye nefes olsaydı, ferahlık olsaydı. Ne bileyim, cahillik kolay geçmiyor, Selim Abi’nin yazısında hissettiklerimi hissettirseydim birilerine.

Gözünü kapatmanın, karşıdaki fili yok etmeyeceğini bilme yaşına erişseydim –kendimden bahsediyorum. Kendimin, kendilik bilgisinden bunca uzaklaştığı bir zamanda. Şahitlik etmek kadar, çaresizlik kadar rezil, utanç verici, kaypak bir duygu bu da. Filler devasa daima.

Dönüp dönüp aynı yere varıyorum: Küsurattan sayılıyoruz, amenna. Küsurat, aritmetikte mühimsiz bir şeydir, saddakna. Erdal Can’ın bir şiirinde meğer “öfkemin sırtına ektiğim buğdaylar” dizesi geçiyormuş, eyvallah. Her şey bir yana, şu bir yana. Peki biz bu rüyaları ne yapacağız? Hatta her şey bir yana, şu bir yana: Peki biz bu rüyalarla ne yapacağız?

Oturup dişimizi kıracağız. Dişimizi. Aritmetik belli, çocukların 28 dişi vardır. İnsanlığın 32 dişine karşı, 28 aritmetiğini savunmak nereye değer? Bütün 20’lik boşluklara.

Cehalet zor zanaat. Aritmetik iyi, diş sıkma pek iyi.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.