'Milli birlik' ve toplumsal yarılma
Aklıma, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Şehitler Köprüsü’nde yaptığı konuşmada, ‘15 Temmuz’daki direnişle 50 milyonluk Türkiye’nin istikbalinin kurtarıldığını’ söylemesi geldi. Sahi, ‘biz’ 80 milyon değil miydik?
Guantanamo, turuncu tulum giydirilmiş, başına kukuleta geçirilmiş, El Kaide, Taliban gibi örgütlerle bağlantılı oldukları öne sürülen ‘Müslüman’ mahkûmların aşağılandığı, işkence gördüğü yerin adıydı. Ne oldu da şimdi örnek alınası bir noktaya geldi?
15 Temmuz Darbe Girişiminin birinci yıl anmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan Meclis’in bahçesinde konuşurken hınca hınç kalabalığın en coşkulu alkışladığı cümlelerden biriydi Guantanamo çağrışımlı önerisi. Erdoğan, FETÖ davalarından tutuklu yargılananların mahkemelere, tıpkı Guantanamo Cezaevinde tutulan mahkûmlar gibi turuncu tulumlarla çıkarılmasını istedi. Hemen arkamda genç bir kadın “Allahım seni verene kurban olsun!” diye bağırdı.
Geçen yıl ağustos sonuydu. Sosyalist bir arkadaşım, bir kadın cezaevinde devrimci mahkûmları ziyarete giden avukatın anlattıkları karşısında şaşkındı. Şöyle demişti, “Bizim avukat tek sıra halinde yürüyen bir grup turuncu tulumlu mahkûmu görünce sormuş görevlilere bunlar kim diye. ‘Onlar FETÖ’cü kadın hâkimler ve savcılar’ yanıtını almış.” Türkiye cezaevlerinde devrimci mahkûmlar tek tip kıyafete karşı verdikleri mücadelelerde çok ağır bedeller ödediler. Cezaevlerindeki ölüm orucu sırasında 4 kişi hayatını kaybetti ve 1986 yılında tek tip dayatmasından vazgeçildi. 15 Temmuz Darbe Girişi'minin ardından cezaevlerinde FETÖ’cülere dayatılan tek tip kıyafet şimdi halka sergilenmek isteniyor. Bunun en görünür anlamı, tek tip kıyafeti giyenleri aşağılamak, hiçleştirmek ama asıl hedeflenen, muktedirin mutlak egemenliğini bu örnekle de görünür kılmak.
Kalabalığın coşkuyla alkışladığı bir diğer konu ‘idam’dı. “İdam isteriz!” sloganları üzerine Erdoğan ‘Parlamentoya gelir, ben geçeceğine inanıyorum, imzalarım’ dedi. İğne atsan yere düşmeyecek o kalabalığı gözlerimle tarıyordum. “İdam isteriz” diye bağıranların çoğunluğu gençlerdi ve gülüyorlardı. Ölümden, bir insanın canını almaktan söz ederken mutlu hatta eğleniyor gibi görünüyorlardı.
AK Parti’nin ilk iktidara geldiği günden bu yana Recep Tayyip Erdoğan’ın sayısız mitingini izlediğim için üslubunu, kitleyi nasıl motive ettiğini, tutkulu konuşmalarında şiddetin dozunu nasıl ayarladığını biliyordum. O yüzden bizim ekibe, “röportajları miting öncesi yapalım, sonrasında tansiyon yükselebilir” demiştim. Erdoğan’ın konuşması bitti ve kalabalık dağılırken kamerayla mikrofonu gören, konuşmak istiyordu. 30’larında genç bir kadın, “Erdoğan için ölürüm!” diye haykırıyordu. Erdoğan’a hayranlığını anlatıyordu. Yanındaki 10 yaşındaki çocuk ise kısa ve öz konuştu: “Cumhurbaşkanımız için şehit düşerim”.
Ölüm, şehitlik, feda kavramları öylesine yüceltilmişti ki geçen bir yılda, herkes ölmek istiyordu. Ölüm sıradan bir haldi, hatta gülerek karşılanacak bir olay. Kameralara poz veren ikilinin elindeki döviz de aynı ruh halinin yansımasıydı: Dik Dur Reis, Ölümüne Seninleyiz…
Üzerinde “ANKARA- Demokrasi Nöbetçisi” yazılı tişörtlü gençler, başlarına “TBMM Nöbette”, “BAŞKAN Recep Tayyip Erdoğan” yazılı bantlar takanlar, bayraklar, üç hilaller, Rabia işaretleri, Erdoğan’ın ‘Hedef 2023’ vurgusunu hatırlatan dövizler, sık sık atılan “şehitler ölmez, vatan bölünmez!” sloganı…
Gördüklerimi tek tek not alıyordum. Meclis’e çıkan tüm ana yolların polis barikatlarıyla ve Büyükşehir Belediyesine ait kamyonlarla kapatılmış olması sebebiyle yürüyerek geldiğim güzergâh boyunca içkili kafe/bar ve meyhanelerin neredeyse bomboş olduğunu görüp onu da yazmıştım. O civarda mekânı olan bir arkadaşımı aradım. “İnsanlar ürktü, bugünü bomboş geçirdik. E tabii bizim müşterilerimiz bu kitleyle karşı karşıya gelmek istemez. Birileri niye oturuyorsunuz der diye gelmemeyi tercih ettiler” dedi.
Sabah 04.30 olduğunda kalabalığın bir bölümü ‘Şehitler Anıtı’nı Cumhurbaşkanı ile birlikte açmak üzere Beştepe’nin yolunu tuttuğunda aklımda tek bir soru vardı, kaybolduğu için anons edilen 1.5 yaşındaki çocuk bulundu mu? Ve kameramızı görünce yanımıza gelip annesini kaybettiğini söyleyerek ağlayan kadın annesine kavuştu mu?
İnsanlar kucaklarında bebekleriyle, küçük çocuklarıyla ve yaşlı ebeveynleriyle gelmişlerdi Meclis’e. Demek ki kendilerini güvende hissediyorlardı. Lafın gelişi değil gerçekten ‘olağanüstü’ bir güvenlik önlemi vardı. Alan dört bir yandan polis barikatlarıyla çevrilmişti ve ancak birkaç aramanın ardından içeri girilebiliyordu. Ancak ne olursa olsun sabaha kadar orada olmayı kucağında küçük bir çocukla göze almak, bambaşka bir motivasyonun sonucuydu. Orta yaş üstü daha sakindi. İstiklal Gazisi Ramazan Durak, fotoğrafını çekmek için izin istediğimde çantasını kenara bırakıp hemen selam durdu. Ama gençler hoyrattı. Attıkları sloganlar da beden dilleri de bunu gösteriyordu.
‘MİLLİ BİRLİK’ VE TOPLUMSAL YARILMA
Arabayla evime dönerken saat 06:00’ya geliyordu. Çok sayıda bakanlık binasının bulunduğu Eskişehir Yolu’nda ilerlerken afişlere takıldı gözüm. Binalara büyükçe bayraklar asılmıştı. Bayrakların iki yanına da Atatürk’ün ve Erdoğan’ın dev fotoğrafları… Diyanet İşleri’nin önündeki köprüde “Ezanları susturan darbelerden, darbeleri susturan selalara” yazılı pano vardı. Not alayım diye ilk uygun yerde durduğumda sosyal medyadaki bir mesaja takıldı gözüm.
“Sıradaki sela sana gelsin” diyordu biri. Yanına bir de gülen emoji koymuştu. O sırada sağımda Ömer Halisdemir’in darbecilerle çarpışırken resmedildiği bir fotoğraf, solumda ise bir devlet kurumunun astığı, “Şehitlerimizi, gazilerimizi saygıyla anıyoruz. Milli iradeyi destekliyoruz” bez afişi vardı. Aklıma, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Şehitler Köprüsü’nde yaptığı konuşmada, ‘15 Temmuz’daki direnişle 50 milyonluk Türkiye’nin istikbalinin kurtarıldığını’ söylemesi geldi. Sahi, ‘biz’ 80 milyon değil miydik? Gözümün önünden bütün gece gördüğüm yüzler, atılan sloganlar, açılan dövizler geçiyordu. Bu bir ayrışma falan değil düpedüz “toplumsal yarılma”dedim ve hafta içinde ilk iş bir sosyolog bulup bunu konuşmalıyız diye düşünerek uyudum.