Hakkâri’de her mevsim
Romanın Kürtleri anlatan diğer romanlardan farklı yanları da vardır. Mesela öğretmen “onların dilini öğrendim” der. Romanda bu dilden tek bir sözcük görürüz: Na (hayır).
Roman türü, merkezden konuşan bir türdür. Pedagojiktir. Dili standartlaştırır, davranış kalıplarını, inançları, tutumları merkeze göre tarif ve tasnif eder. Bu merkez, modern insanın dünyasıdır. Sanat, “dışarı” sözcüğünün eski Türkçedeki formlarından olan ve günümüzde “peripherie”yi anlatan “taşra”yı bu merkezin gözünden görür. Elbette şiirde Eliot’ın “polifoni” ve romanda Bakhtin’in “heteroglossia” kavramlarını unutmamak gerek. Ama bir roman ya da şiirdeki bir persona kendi şivesiyle konuştuğu veya sınıfsal/kültürel jestleriyle eylediği zaman da onu yine bu merkez içinden algılarız. Zira modern insanın en kestirme tanımı “roman okuyan insan”dır diyebiliriz.
Bu açıdan baktığımızda, Türk edebiyatı ve sinemasından simetrik iki “metin”le karşılaşırız. Ferit Edgü’nün ilk basımı 1977’de yapılan “O” adlı romanı ve onun 1983’te yapılan sinema uyarlaması: “Hakkâri’de Bir Mevsim.” Bu uyarlamadan sonra filmin adı romanın da adı oldu. Ama aslında romanın adı olan “O”, asıl konuyu daha iyi veriyor. Asıl konu, adıyla değil, “o” zamiriyle anılan bir kadındır. “Hakkâri’de Bir Mevsim” ise, romanı, taşrayı yankılayan bir metin yapar. Adı değişince alımlama da değişir.
Bu roman ve bu film, birbirinde yankılanan simetrik metinlerdir. Başka bir simetriyi yazar ile oyuncu arasında da görürüz. Görselde görüldüğü gibi romanın yazarı Ferit Edgü’nün 1965 yılında Hakkâri’de öğretmenlik yaparkenki giysileri ile 1983’te “onu canlandıran” Genco Erkal’ın giysileri aynıdır. Ancak simetrinin kırıldığı noktalar da vardır, bu yüzden her iki metin de eksiktir. Çünkü ikisi de ancak öbürü ile tamamlanır. Birinde eksik söylenenin devamını öbüründe buluruz.
Filmin senaristi Macit Koper’dir. Yönetmenliğini Erden Kıral, müziklerini Timur Selçuk yapmıştır. Senaryoya Edgü’nün yanı sıra Tezer Özlü’nün de katkısı olmuştur. Roman gibi film de pek eleştirilmemiştir. Bunun nedeni, “bizim” merkez algımızı garantiye alması ve “taşra”ya bakışımızı iyice berkitmesidir. Roman ve filmin ana karakteri olan öğretmen “biz”izdir. Bu durum, her iki sanatsal tür için de yaygın bir özellik olabilir. Yani roman okuyan modern insanlar olarak hemen hepimizin “point of view”ı (bakış açısı) ile ana karakterinki büyük ölçüde örtüşür.
Ama ana karakter olan öğretmen her ne kadar merkezin seçkin salon erkeği olarak kurgulansa ve doğanın içinde bazı gerçekleri tanıyıp olgunlaştığı için metnimiz “bildungsroman” (olgunlaşma/oluşum romanı) sayılabilse de en önde sömürgeci bir bakışı görürüz. İktidar onun elindedir, çünkü iktidarın diline sahiptir ve o dili ücraya taşır. İkinci egemenlik simgesi ise bayraktır. Romanın başında köyde bayrak yoktur, ama romanın sonunda öğrenciler “karlar çekildiği için” oradan ayrılan öğretmeni gönderdeki bayrağın altından uğurlarlar: “Çocuklar okulun önünde. Bayrağı direğe çekmişler. Bağırıyorlar ardımda” (s. 191). Dolayısıyla öğretmen görevini yapmış, otoriteyi oraya dil ve bayrak olarak yerleştirmiştir.
Klasik sömürgeci anlatıda sömürgeli daha çok kadın ve çocuk üzerinden tarif edilir. Buradaki erkek öğretmen de bütün erkekliği kendisinde toplamıştır. Köyün kadınları öğretmene âşıktır (muhtarın ikinci eşi Zazi, muhtar ile Zazi’nin küçük kızı Asya gibi), köyün bütün çocukları ise öğrencisidir. Aynı zamanda kendini “Nuh” olarak görür, ilk ata değilse de ikinci atadır. Sayfa 20’de ise “Mesih”tir ve ilk buyruğunu söyler: “Yaşamak, yaşamayı sürdürebilmek için kişiliğini bulmak zorundasın. İlk buyruğum bu oldu. (Bunu, geçen zaman içinde başka on buyruk izledi.)”
“O”ya bakalım. “O”, öğretmenin sevgilisidir, öğretmen ona mektuplar yazar, buraları, bu insanları anlatır. “O”, öğretmenin arzu ve mastürbasyon nesnesidir. Sürekli olarak uyur ya da uyanıkken öğretmenin hayaline girer ve onunla sevişir. Öğretmen sık sık “O”nun “buralardan olmadığını”, “yeşil gözlü ve sarı saçlı olduğunu” söyler. Buralı kadınlar onun arzu nesnesi değillerdir, şimdilik.
Muhtarın, gelişinden bir süre sonra öğretmenle gerçekleşen konuşmasının romanda eksik bırakılan kısmını filmden tamamladığımızda, ona küçük kızını teklif ettiğini görürüz: Muhtar, öğretmene erkek olduğunu, bir kadına ihtiyaç duyacağını, ona birini satın alabileceğini, giderken de yanında götürmek zorunda olmadığını söyler. Bir tür mevsimlik eş! Muhtar bu sözleri, 14-15 yaşındaki kızı öğretmene yemek koyup salondan çıktığında önce kızına sonra öğretmene bakarak söyler. Bu “pedofili” iması, ileride tekrar edecektir. Tam da “O”yu okulda hayal edip boşaldığında, “sınıfa girmekten” korktuğunda: “Dişlerimi sıktım. Gözümü açmaya, sınıfa girmeye korkuyordum. Git çal Muhtarın kapısını. Kabulüm, de. Nem varsa al, de. Parasını öderim, de. Kabulüm. Kıyın imam nikâhını, de. Ya da onu da yapmayın, ben günahtan korkmam, de. Ve al koynuna. Bu geceden tezi yok, al koynuna, o narin, saçları bitli yavruyu. N’olacak, temizlersin bitlerini. Bir güzel yıkarsın. Sirkelersin. Dedetelersin” (s. 100-101).
Köydeki hemen herkes öğretmenin cinsel buhranlarını dindirmek için seferber olmuş gibidir. Halit, öğretmene kız kardeşi Zazi’den bahseder ve ballandıra ballandıra anlatır. Hatta bir gece sarışın birini bulup hayal mi gerçek mi olduğu anlaşılmayan bir şekilde çırılçıplak olarak öğretmenin odasına sokar. Muhtar ona küçük kızı Asya’yı mevsimlik eş olarak teklif eder. Asya, sınıfın penceresinden baygın baygın ona bakar. Zazi, kocasıyla sorunlarını ona taşır. Seyit, yanına gidip ölmüş bebeğini “babası gibi okşadığı için” ona teşekkür eder filan.
Romanın Kürtleri anlatan diğer romanlardan farklı yanları da vardır. Mesela öğretmen “onların dilini öğrendim” der. Romanda bu dilden tek bir sözcük görürüz: Na (hayır). Elbette romanda tek bir Kürtçe sözcük kullanmanın nedeni, öncelikle sansür ve daha ötesi şeylerle karşılaşma olasılığıdır. Ama filmin montajı Almanya’da yapılmıştır. Filmde Kürtçe diye duyduğumuz belirgin bir sözcük yoktur; ünlemler, birtakım sedalar, bazı sesli harflerin defalarca tekrarlanıp uzatılması ya da yansımalı sesler. Dolayısıyla bir dille değil, bir nidayla karşı karşıyayızdır. Her ne kadar “onların dilini öğrendim” dese de şu “yöntem” çok dikkat çekicidir: “Onlarla anlaşabilmek için, onların dilini öğrenmeden, hangi sözcükleri kullanmalıyım, hangi sözcükleri öğretmeliyim?”
Eco, metinden deliller gösterildiği sürece her türlü yorumun mümkün olduğunu söyler. Bir köşe yazısına bu kadarı da doz olarak fazla gelebilir (*), ama amacım ilgili olduğum başka bir noktaya, geçen hafta yazdığım Hakkâri mistifikasyonunun başlangıç anına ulaşmaktı. İşte burada. Çıkalı 40 yıl olmuş. Orayı “uzak” diye kodlamış, “merkez”e göre tarif etmiş.
Romandaki tek Kürtçe sözcük ise “bizim” özetimiz olmaya devam ediyor: Na!
* (2012 tarihli uzunca bir yazım şu linkte bulunabilir)