Necdet Menzir’den taşfırın Haluk’a: 'Her devrin adamı'
Projeyi yürütenler için bir ajitasyon aparatı olarak tasarlansa da; maço, hödük, sabit fikirli, kalın kafalı ama işte ‘iyi aile babası’ olarak çizilen Haluk figürünün, bugünlerde bir hafriyat kamyonu yanlısı olarak zuhur etmesi eşyanın tabiatına uygundur.
Üniversite sınavına giren gençlerin, ‘tercih’ süreci bu gece yarısı sona eriyor. Türkiye’yi yönetenlerin, bilim, hür düşünce, bağımsız haberleşme gibi “üniversite” kavramının muhtevasını oluşturan başlıca unsurlarla ‘kavgalı’ olduğu; tıp fakültelerinin, “evrimden söz ediyor diye” kalp damar sağlığına ilişkin bilimsel makaleleri reddettiği; akademisyenlerin düşünceleri nedeniyle üniversite dışına ve hapse atıldığı; haksız yere atıldığı işini geri almak için çabalayan, tüm yasal yollar kapatılınca açlık grevine başlayan öğretmenlerin eriyişinin seyredildiği koşullarda ‘üniversite tercihi’ yaptı çocuklar.
Tercih dönemi olan son 8 günün, tüm iletişim araçları üzerinden ticari bir eğitim fuarına dönmesi de işin bir başka yönü. Anne babalar ve öğrencilerin, neşeli bir heyecandan çok kaygılı bir telaşın hâkim olduğu, üniversite arayışında en çok kullandıkları anahtar sözlerden biri “yüzde şu kadar burslu” ifadesiydi. Üniversite okuyacak gençler ve ailelerin, ilgili ticari kuruluşa bu öğrenim karşılığında ödeyeceği paranın miktarını gösteriyor bu ‘yüzde şu kadar burs’ kavramı. ‘Alışverişin’, öğrenci için ‘hangi kampanya’ kapsamında olacağını gösteren bir satış etiketi.
* * *
Adında taşıdığı iki kavramdan biri olan ‘kalkınma’yı, bir tür inşaat iskelesi olarak gören iktidar partisinin, ilk yıllarından başlayarak üzerinde ısrarla durduğu ve sık sık övündüğü şeyler, “her kente havaalanı”, “duble yollar”, “her ile üniversite” ve şimdilerde de gündemde olan “şehir hastaneleri” oldu. İlk ikisi hadi neyse de, her ile üniversite ve şehir hastaneleri icraatları da esasen eğitim ve sağlığın değil, inşaatın konusu olarak gündeme geldiler. İyi eğitimin toplumun daha geniş kesimince ulaşılabilir olmasına değil, daha çok üniversite açmaya (dolayısıyla kampüs, yurt vs. inşaatına) odaklanmış bir politika… Pek çok konuda bugünkü iktidarın başarısız bir fragmanı olan Tansu Çiller yönetiminin, açıköğretim fakültelerinin kapılarını açıp, sınav harcı ve kitap parası ödeyen herkesi kaydederek, “tüm gençleri üniversiteli yaptık” diye böbürlenmesi de bugünkü durumun düşük maliyetli bir replikası gibi değil miydi?
Gelinen noktada, öğrenciler ve aileleri, ‘iyi eğitim’ için (bu ‘iyi eğitim’ varsayımının kimi zaman ne büyük bir yanılsama olduğu ayrı bir tartışma konusu), ya özel üniversitelerin ‘burslu’ yani ‘kampanyalı’ bölümlerini ya da sınırlı sayıdaki ‘iyi’ devlet üniversitesinin bölümlerini ‘tercih’ etmek durumunda. Geriye, aslında çoktan bir ayrıcalığa dönüşmüş ve açıkça paralı hale gelmiş ‘eğitim ürünü’ için istenen birim fiyatın ne kadarının ödeneceğini gösteren ve ‘% indirim’ yerine ‘% burs’ olarak tevil edilen bir etiketi okuyarak ‘alışveriş yapmak’ kalıyor.
* * *
Türkiye’nin 90’lı yılları, 2015’teki 7 Haziran seçiminden sonra girilen karanlık yolda sıklıkla hatırlandı. Özellikle siyasi baskılar ve hukuk düzeni konusunda 90’lara bu kadar benzemesi, çok uzak olmayan bir gelecekte “2010’lar” diye anılacak olan bu dönemin; esasen o 90’ların anakronik bir dirilişi değil, açık ve gönüllü bir ‘devamı’ olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
90’lı yıllarda öğrenci hareketinin birincil gündemi üniversite eğitiminin adım adım paralı hale getirilmesiydi. 1996’da bu hareket zirvesindeyken TBMM’de “Paralı eğitime hayır” pankartı açan gençlerin karga tulumba Meclis’ten dışarı çıkarılıp tutuklanması, ardından ‘Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde ‘terör örgütü üyeliği’ ile yargılanıp hapis cezasına çarptırılması ise devletin buna verdiği karşılık. 90’lı yıllarda eğitimin parasız olması gerektiğini söyleyen ve bugün varılan noktayı o gün bir gidişat olarak işaret eden öğrenciler, ya böyle bizzat DGM’ler yoluyla ya da sağcı öğrencilerin planlı saldırılarından polis baskısına dek bir dizi ‘organize’ yolla cezalandırıldılar. Devlet son derece temel bir hakkı savunan gençleri etkisiz hale getirebilmek için ‘terör’ söylemine sığınmaktan başka bir yola sahip değildi. Zaten mecliste pankart açan gençlere ilk tepkiyi de Tansu Çiller’in iktidar partisinden milletvekilliğine terfi etmiş olan eski polis şefi Necdet Menzir, “Kim soktu bu teröristleri buraya” diyerek vermişti.
Bugün, bonuslu/burslu bir alışverişe dönüşmüş bulunan üniversite tercih süreci, öğrenci hareketi devlet sopasıyla bastırılarak gidilen yolda ne kadar mesafe kat edildiğini gösteriyor. Meclis’te pankart açma konusunda ise bunu yapanın milletvekili olması durumunda bile cezalandırılmasını sağlayan içtüzük değişikliğiyle daha da geri bir noktaya gidiliyor.
Bugünün, pek çok konuda, 90’lardaki iktidarın bir reenkarnasyonu gibi görünmesi; ‘mülkiye’nin, Tansu Çiller, Necdet Menzir gibi simaların ‘türevi alınmış’ versiyonları ile dolu olması basit bir benzerlik değil. Necdet Menzir’in polislerinin, İstanbul’un ortasında, neredeyse tüm toplumu tehdit eder bir şekilde “Kahrolsun insan hakları” sloganlarıyla yürümesi ile insan hakları savunucularını ve gazetecileri ‘darbe planlayan ajanlar’ ilan eden ‘matbuat milisleri’nin eylemleri de bir devamlılık içeriyor. 90’ların ‘anaakım’ gazeteleri de itirafçılara imzalatılmış operasyon tezkerelerini manşet yapıyorlardı.
* * *
Farklı tarihsel dönemlerin ve aktörlerinin bu benzerliği, “her devrin adamı” eğretilemesini getiriyor akla. Bu kavram, yalnız değişen devrana uyum gösterme anlamında bir ‘omurga esnekliğini’ değil, her dönemde kullanışlı olabilecek bir vasatlığı ve oportünizmi de ifade ediyor. Çiller’den Menzir’e, kahrolsun insan hakları diye yürüyen çevik kuvvetten polis fezlekesiyle operasyon haberi yapan matbuat milisine dek bir dizi figürün, bugün yeni yüzleri ama eski içerikleriyle zuhur etmesi de “her devrin adamı”nın devamlılığıdır.
Şu günlerde başarılı reyting raporlarıyla ‘sahalara’ dönen, vasatlığın kült dizisi “Çocuklar Duymasın”daki Haluk tipi de kavramın hakkını veriyor. Son bir yılda sadece İstanbul’da 30’a yakın kişinin ölümüne yol açan hafriyat kamyonlarına yönelik tepkiye, bir köşesine ilişegeldiği vasatın tahtından “O kamyonlar olmasa sen öyle evlerde oturabilir misin ha! O hafriyat kamyonları olmadan kentsel dönüşüm nasıl olacak? İnşaat sektörü ne olacak? İnşaat sektörü durursa kaç aile işsiz kalacak” diyerek ayar veren bu ‘tip’; inşaat sektörünün ve destekçisi siyasetin hoşuna gidecek şekilde konuşturulurken, bir ‘taşfırın erkeği’ olarak kendi devamlılığını da sağlıyor aslında. Projeyi yürütenler için siyasi bir ajitasyon aparatı olarak tasarlansa da; maço, hödük, sabit fikirli, kalın kafalı ama işte ‘iyi aile babası’ olarak çizilen Haluk figürünün, bugünlere bir ‘hafriyat kamyonu yanlısı’ olarak gelmesi eşyanın tabiatına uygundur.
Her devrin “insanı” olarak her devirde gazetecilik faaliyetleri nedeniyle hapse atılan Ahmet Şık’ın akla zarar iddialarla yargılandığı günlerde, her devrin “adamı” Haluk’un hafriyat kamyonları yerine kentin yeşil alanlarını savunmasını beklemiyoruz zaten. Buyursunlar tepe tepe kullansınlar taşfırın erkeğini; yarın bizim için bazı şeyleri kestirmeden anlatmanın yolu olacak kendisi…
Hakkı Özdal Kimdir?
1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.
Türkiye’nin ‘anlık’ görüntüsü: Xiaomi-Salcomp’ta sendika direnişi 17 Eylül 2021
Menderes’in elini yakan büst 10 Eylül 2021
28 Şubat ‘intikamı’: Güç değil, zayıflık alameti 24 Ağustos 2021
Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye 06 Ağustos 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI