Cumhuriyet davasında şu ana kadar
Fethullah Gülen teşkilatına destekle suçladıkları insanlardan Hikmet Çetinkaya, hayatının ve gazetecilik faaliyetinin bir dönemini, neredeyse 7/24 “Fethullahçılar” haberlerine vakfetmiş biri. Bu konudaki takıntısı yüzünden zamanında espri konusu dahi olmuştu. “Yahu, beni nasıl yargılarsınız bu Fethullahçılarla münasebetten?” diye soruyor, kendisine deniyor ki: Orasını da sen düşün.
Cumhuriyet gazetesinden meslektaşlarımızın (arkadaşlarımın, ahbaplarımın) yargılandığı dava, muhtemelen, devir değiştikten sonra, var olan iktidarın en büyük çuvallaması olarak tarihe geçecek. Şu ana kadarki duruşmalar aynı zamanda, ülkedeki yargı sistemi, mantığı, eleman kalitesi konularında da ibretlik bir emsal olarak, gelecekte pek sık konu edilecek.
Cumhuriyet duruşmalarını “tarihî” ve simgesel kılan, yalnız kişisel savunmaların sağlamlığı, haksız yere dokuz ay hapis tutulmuş insanların öfkelerine hakim olmaktaki mahareti, aklen, fikren böylesine sağ salim kalmışlığı, ağırbaşlılığı değil. Bu dava, henüz kağıt üzerindeki haliyle bile tarihî-simgesel olmayı zaten hak ediyor. Zira burada, Cumhuriyet, evet bildiğimiz, kuşaklardır bilinen Cumhuriyet gazetesi, “FETÖ”cülükle suçlanıyor. Cumhuriyet’çiler Fethullah Gülen’in teşkilatı devleti ele geçirsin diye yardımcı olmak için uğraşmışlar.
ORASINI DA ONLAR DÜŞÜNECEK!..
Seneler önce, bir yakın dostum, X diyelim, ağabeyinin aile içerisinde, kendisi hakkında olmayacak şeyler söylediğini haber almıştı. Ağabey, Kemalizm, laiklik, başörtüsü vs. konularında anlaşamadığı kardeşi hakkında, üzüntü ve öfke içerisinde, “bizim X de Fethullahçı oldu” diye yakınmaktaydı. X, ağabeyini aradı, “böyle diyormuşsun” dedi. Ağabey, “evet, öyle” cevabını verdi. Bunun üzerine X ağabeyine sorular sordu: “Peki, bu Fethullahçılar dediğin, devleti ele geçirip şeriat düzeni kurmak istemiyorlar mı?” Cevap: Evet. “Peki, ben ateist değil miyim?” Evet. “Peki, niye şeriat düzeni kuracak birilerini destekleyeyim?” Ağabey şöyle yapıştırmıştı cevabı: “Orasını da sen düşün!”
Cumhuriyet davası, içerdiği zulüm ve haksızlık miktarını bir an için görmezden gelirsek, aşağı yukarı böyle bir şey. Fethullah Gülen teşkilatına destekle suçladıkları insanlardan Hikmet Çetinkaya, hayatının ve gazetecilik faaliyetinin bir dönemini, neredeyse 7/24 “Fethullahçılar” haberlerine vakfetmiş biri. Bu konudaki takıntısı yüzünden zamanında espri konusu dahi olmuştu. “Yahu, beni nasıl yargılarsınız bu Fethullahçılarla münasebetten?” diye soruyor, kendisine deniyor ki: Orasını da sen düşün.
Kadri darbeyi destekleyecek, Turhan “terör” işlerine bulaşacak! “Cumhuriyet” dendiğinde akla geleceklerin hülâsası sayılabilecek bir kişilik, Orhan Erinç, herhangi bir “dinci” yapıyla irtibata geçecek!.. Aydın Abi’ye de artık Bâbıâlî imamlığı mı münasip görülecek, ne olacak…
Mahkemede Ahmet (Şık), yapılmakta olanın mahiyetini, komployu kuran ve uygulayan için de alçaltıcı, küçültücü taraflarını herkes için pek anlaşılır şekilde anlattı. Ahmet’in masaya yumruk vurur edâsı ve müdânâsız üslûbu yanıltmasın, yaptığı iş siyasî ajitasyon, söyledikleri hamâsî nutuk değildir. Savunması öncelikle içerik bakımından çok güçlüydü ve bu dava ile ilgili olarak söylenmesi gerekenlerin can alıcı bölümünü eksiksiz kapsıyordu. (“Devlet” ve HDP ile ilgili sözleriyle ortaya koyduğu sağlam bakış açısı üzerine konuşmak isterdim, ama başka zamana bırakayım.)
ORTAYA ÇIKANLAR
Davada ilk ortaya çıkan, yargılamanın temelsizliği oldu. İnsanları hapse tıkıyorsun, OHAL’i bahane edip mahpusluğun insanî şartlarını bile kısıtlayabildiğince kısıtlıyorsun, aylarca iddianame hazırlanacak diye bekletiyorsun, zulmü artırabilmek için en küçük fırsatı kaçırmıyorsun, sonra mahkemeye çıkarıp, aklı başında insanın hafsalasının almayacağı iddialarına ilaveten, her şeyin oyundan ibaret olduğunu kanıtlayan sorular soruyorsun.“Her haberi yayımlar mısınız, kriterleriniz var mı?” sorusuna verilecek cevaptan hareketle Cumhuriyet yazıişlerinin “FETÖ” ve darbeye destek olduğunu kanıtlayabileceğini sanana ne demeli?
Ahmet’in, daha parıltılı ve gürültülü sözleri arasında çok dikkat çekmeyen birini bu noktada hatırlamalı. Dedi ki: Terör terör diyorsunuz, bize sorduklarınızın hiçbirinin terörle alâkası yok; sorduklarınız hep gazeteciliğe dair. Davanın şu ana kadarki gidişatının tartışmasız şekilde ortaya koyduğu ikinci gerçek, yargılananların “darbeye destek”, “suç örgütüne yardım” veya “terör eylemi” sanığı olmadığı, suçlamalarda bunlara dayanak olacak herhangi bir delil kırıntısına rastlanmadığı; dolayısıyla, doğrudan doğruya, Cumhuriyet’tekilerin gazetecilik faaliyetinin dava konusu edildiğidir.
Her şeyi tersine çevirelim: Devran dönmüş, bu yargılamaya sebep ve vesile ve alet olanlar yargılanıyor. Neyle suçlanacaklar? Yakışıklı bir suç tanımı oluşturmaya çalışayım:
Gazetecilik faaliyeti üzerinde baskı kurarak, özgürce haber alma-verme hakkının kullanılmasını imkânsızlaştırmak sûretiyle kamuoyunun ve toplum iradesinin serbestçe oluşmasını önlemeye teşebbüs etmek; mevcut siyasî parti ve hareketler arasında, adaletsiz ve asla eşit olmayan koşullar içerisinde iktidara gelip seçim sonuçlarını iptal eden, özgür seçim rekabeti içerisinde başarısına engel olamadığı ve Meclis’te grup kurarak tek başına iktidarını imkânsız hale getiren partiyi, eşbaşkanları ve milletvekillerini hapse atmak, Meclis’ten atmak, parti örgütünü yoğun tâkibat altında çalışamaz hale getirmek, bu maksatla binlercesini tutuklamak ve ucu açık sürelerle iddianame ve yargılama bekler duruma düşürmek suretiyle fiilen yok etmeye çalışan ve iktidarını sürdürme uğruna ülkeyi iç savaşa sürükleyen muktedir grubun zaten yok ettiği basın ve medya ortamında çıkabilecek azıcık farklı sesleri de boğmaya yönelik operasyonlarının parçası olmak, bu maksatla, kendilerinden asla hesap sorulmayacağını öngörerek, düzmece delil ve iddianameler oluşturmaktan dahi imtina ederek, hiçbir suç işlememiş insanları, asla işlemeyecekleri suçlarla itham ederek, onları ömürlerinin bir bölümünü demir parmaklıklar ardında, sevdiklerinden ayrı, mektup yazamaz, mektup alamaz halde, OHAL kisvesi altında her sadist resmî görevlinin yenilerini ekleyerek katmerlendirdiği ağır koşullara tâbi şekilde geçirmek zorunda bırakmak, bunu mümkün kılmak maksadıyla ancak gözü çıkarından başka şey görmeyen, tapındığı tek yüce varlık kendi iktidarı ve başkalarını ezerek tadabildiği kudretinden ibaret olan siyasetçilerin buyrukları uyarınca iftiralar tanzim etmek ve denetimsiz iktidarın verdiği rehavetle, bunların altını dolduracak sözde deliller bulmaya dahi zahmet etmeyerek, normal şartlarda cinayetleri, katliamları dahi kitabına uydurma geleneği güçlü, herkesi ve her yeri kameralarla gözetleyen ama kendi suç işlediğinde o kameraların hemen bozuluvermesini ve kayıtların kaybolmasını ayarlayabilen, herkes ve her şey değişir o değişmez devletimizin manevî şahsiyetini küçük düşürmek…
Ortada ancak rezaleti önleyebilecek muhalefetin olmadığı yerde görülecek cinsten bir rezalet var. İlk duruşmanın dördüncü gününde, başka tek laf dahi edilmesini gereksiz kılacak ölçüde ortaya dökülmüş bir rezalet.
Azıcık hukuk nosyonu olan bir ülkede sansasyon sayılması gereken bu durumu Türkiye için katlanılır kılan, kanıksanmışlığı. Çünkü biz aslında hukuk nedir görmedik, bilmiyoruz. Girişimleri, kırıntıları, şurada burada belirtileri, hukuku var etmeye çalışan hukukçular elbette oldu. Ama eğer var edeceksen inşaata “başkalarının hakları” konusundan başlaman gereken hukuk, genel toplumsal bünyemize, zihniyetimize uymuyor. Cumhuriyet duruşmaları, bu hayatî eksikliği ve ihtiyacı bir defa daha, mümkün en tantanalı şekilde ortaya koymak bakımından da bir tarihî dönemeci temsil eder, umarım.
Davanın gidişatının gösterdiği bir başka gerçekse, hakim ve savcıların gazetecilik ve gazete işleyişi konusunda hemen hiçbir şey bilmedikleri. Ne diyelim? İşini doğru dürüst yapan tesisatçı da yok. Ama onların zararı muslukların damlatması, rezervuarın bozulması filan oluyor; burada insanların ömründen aylar yıllar çalınıyor.
(Bu yazıyı, bireysel savunmaların bittiği, avukatların konuşmaya başladığı sıralarda yazdım. Daha avukat Fikret İlkiz’in ilk sözlerinden belli oldu ki, davada sadece dayanaksızlık ve münasebetsizlik değil, usûlsüzlük sayılabilecek yanlar da var. Bunları uzmanına bırakıyorum.)
AHMET’İN SORDUĞU
Yürekli, inatçı, mücadeleci arkadaşımız Ahmet’ten söz ederek bitirmek istiyorum. Ahmet müthiş cesurca bir iş yaptı, mesnetsiz ve insafsız suçlamaları elinin tersiyle iterken, bu davaya yol açan süreç ve davanın arkasındaki iradeye dair gerçekleri de kayda geçirdi. Ahmet’in cesareti, pek çok nedenle omuzları çökmüş pek çok insan üzerinde sabah serinliğinde yüze çarpılmış soğuk su etkisi yaptı. Bir an, sanki her şey o kadar da kötü, içinden çıkılmaz değilmiş havası esti. Gereken zamanda gösterilmiş, sadece cesaretten ibaret olmayan cesaret hepimize böyle etkiler. Sırf bu yüzden bile Ahmet’e çok şey borçluyuz.
Ancak, nâçizâne -Ahmet’i tanıdığım için daha güçlü bir şekilde- inanıyorum ki, gözüpekliği, mücadeleciliği zaten bilinen arkadaşımızın mahkemedeki tutumuyla elde etmek istediği, herkesin onu pek beğenip alkışlaması, övgülere boğması değildi. Ahmet, mahkeme heyetine sorduğu sorularla, davanın düzmeceliğini, kofluğunu, davanın gerisindeki “üst akıl”ın niyetini, böyle bir davanın açılabilmesine yol açan siyasî mücadeleleri, iktidar savaşlarını, komploları, entrikaları ortaya döktü. Öbür yanda, mahkemedeki tavrı, Türkiye’nin hukuksuz bir tek adam diktasına sürüklenişine itirazı olan herkese sorulmuş bir büyük soru değil miydi peki: “Ben burada bunları komplocuların yüzüne çarpıp hapishaneye döneceğim, siz ne yapacaksınız?”
Hâlihazırda Türkiye’nin muhalefetini oluşturan çeşitli siyasî parti ve hareketleri, mühim kişileri gözden geçiriyorum da, Ahmet’in söylediklerinin sonundaki dev soru işaretini görmedikleri izlenimine kapılıyorum.