Sağ ve haysiyet
İnsanın özgür iradesini kendi rızasıyla teslim alan kapitalist sistem çöküşün eşiğine gelmiş durumda. Siyasal alanın anlamının yeniden değişeceği bir ortamda sağ ve sol ayrımının da yeniden yorumlanması gerekecek.
Çoğunlukla öyle değilmiş gibi davransa da insan, ölüme doğru yol alıyor oluşunun yaşamını biricik kılması nedeniyle hep bir eşiktedir. Yakın geleceğin tarihsel gelişmelere gebe olduğu kuruntusu sık sık dile getirilir ki her an önümüzde duran seçim evreni görünmez kılınabilsin. Çünkü seçimlerin nasıl yapılacağı, her şeyi, herkesi huzura kavuşturan baskın bir iktidar şebekesi tarafından zaten belirlenmiştir.
Örneğin kapitalist iktidar şebekesinin bizim için seçtikleri içinden ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize, kiminle dost olacağımıza, kime oy vereceğimize ‘özgür irademizle’ karar veriyoruz. Böylece aslında ölüme doğru aştığımız her eşik üzerindeki tasarrufumuz elimizden alınmış oluyor. Maruz kaldığımız derin şeyleşmeye, tabi olduğumuz iktidar şebekelerinin temin ettiği huzurdan feragat etmeden ancak hep çok önemli gelişmelerin eşiğinde olduğumuzu sezerek karşı koyabiliyoruz. Daha iyisi elbette iktidar şebekelerinin hegemonik bir tarzda el koyduğu yaşamlarımızın tekliğini idrak etmemizi olanaklı kılacak siyasal taleplere sahip olmaktır. Ancak hep bir eşikte olduğunu unutmak zorunda bırakılan, yaşamına yabancılaşan insanın önemli gelişmeler eşiğinde olunduğu beklentisi bir kaçış olduğu kadar kurtuluşa giden bir patika da olabilir.
Özgür iradenin esir alındığı siyasal tertibatların aşılmasına dönük düşünsel ve pratik çabalar olarak görülebilecek ütopyaların kökeninde tam da bu başa olağandışı işler gelmesi beklentisi var bence. Yani insan sürekli olarak olmakta olanın eşiğinde olduğu kadar, başına çok da uzak olmayan bir gelecekte iyi şeylerin geleceği ya da çevresini almış fenalığın çok yakında tam ortasından çatırdayacağı beklentisi içinde olmak anlamında önemli gelişmelerin eşiğinde olmak da istiyor. Çünkü yalan dünyayı boşa çiğnemek istemiyor, yaşamının biricikliğinin her an kendisine ve başkalarına parıldamasını arzuluyor. Ne çare ki bu, ancak bitimsiz özgürleşme gayretinin, imtiyazsızlığı egemen kıldığı bir dünyada mümkün. Bütün bu belirlemeler ışığında, gerçekte yersiz, boş olduğunun ortaya çıkması an meselesi olan gelecek günlerin büyük gelişmelere gebe olduğu iddiası, ütopya buldurucu çabaların dayanağı olarak son derece anlamlıdır.
KAPİTALİZM ÇÖKÜŞÜN EŞİĞİNDE
Büyük insanlığın uzun zamandır eşiğinde olduğu önemli gelişme, kapitalizmin çöküşüdür. Kapitalizm temelde siyasal ve iktisadi bir toplumsal yeniden üretim rejimi olarak tespit edilse de, insan ilişkilerini, toplumları, hatta bütün dünyayı tarif etmekte kullanılan bu ad aslında iktisadi ilişkilere işaret ediyor. Nitekim kapitalist kriz, çöküş hep iktisaden çözümlenir. Örneğin otomasyonun, rekabetin, tekelleşmenin yaratacağı aşırı üretim, eksik tüketimin kapitalist kompleksi işlemez kılacağı iddia edilir. Emek ve sermaye arasındaki egemenlik ilişkisinden bahsediliyor olması, kapitalizmin peşinen kabul edilen siyasal karakterinin çözümlemeye dâhil edildiği anlamına gelmiyor. Aslında çoğunlukla pek de ortaya koyulamayan kapitalist iktidar ilişkilerinin iktisadi çözülmenin bir sonucu olarak kendiliğinden dönüşeceği kabul edilir. Nihayet kapitalizmin siyasal olarak nasıl sonlanacağına ilişkin tahayyüllerin kıtlığından kapitalizmin siyasal yorumsamasının hakkıyla yapılamadığını çıkarsayabiliyoruz. Yani kapitalizm siyasal manada karanlıkta kalmıştır. Çünkü kapitalizmi siyasal açıdan ortaya koymak, siyasal olanın aslî belirleyeni olan egemenliğin yeniden yorumlanmasıyla mümkündür. Çözümlemenin odağında olması gereken mefhum kapitalizm değil egemenlik olmalıdır zira siyasal olan (egemenlik) kapitalizmle ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla kapitalizmin siyasal anlamının ortaya çıkarılması egemenlik mefhumunun yeni yorumlarıyla mümkündür. Bunun için “Egemenlik nedir, neden ortaya çıkmıştır, nasıl icra edilir?” soruları yeniden yeniden sorulmalıdır. Mevcut olanın sürdürülmesi ya da sonlandırılması motifi her çözümlemeyi kapsadığından, egemenlik mefhumunun yeni yorumları kapitalizmin siyasal anlamını, kapitalist egemenlik ilişkilerini kendiliğinden ortaya çıkarır. Diğer yandan kapitalist makinenin işlemez olduğu, bir şeylerin ters gittiğinin düşünüldüğü zamanlarda kültürel gerileyiş, otoriterleşme, totaliterleşme ve en uç halini kitlesel savaş olarak deneyimlediğimiz artan şiddet, krizin, çöküşün alametleri olarak görülür. Böylece kapitalizmin siyasal veçhesi, bir alametler dizisine indirgenir, ikincilleştirilir. Bu yanlışın bedeli ağırdır.
Esasen siyasal olarak aşılabilir bir toplumsal yeniden üretim rejimi olan kapitalizm, siyasal olanı, baskın olarak kendiliğinden, anonim süreçlere, ilişkilere tekabül eden iktisadi olanın içine gömerek aşılabilir olduğu fikrini geçersiz kılma eğilimindedir. Kapitalizmin siyasal kapasitemizi böyle akim kılması, yaşamlarımız üzerinde tasarrufta bulunamamamıza, şeyleşmemize yol açıyor. Sonuçta kapitalizmin iktisadi olduğu kadar aslen siyasal olduğunu da kabul etmek, siyasal olanın anonim, kendiliğinden iktisadi süreç ve ilişkiler içine gömülü olduğunu görmek, açığa çıktığı kriz zamanlarında kültürel çöküş, otoriterleşme, totaliterleşme biçimlerinde bizzat kapitalist iktidar şebekesi tarafından gömülü olduğu yerden çıkarılıp kitlelerin siyasal kapasitesinin felce uğratılması için kullanıldığını görmek, üstesinden gelinemez gibi görülen şiddetin, tecavüzün, talanın, kötülüğün aşılabilir olduğunu görmektir.
SAĞ VE SOL AYRIMI YENİDEN YORUMLANMALI
Kapitalist iktidar şebekesi siyasal egemenlik sorununu olabildiğince gündelik olanın dışında tanımlayıp orada çözerek siyasal olanı kendi tekeline almıştır. Siyasal kapasitesi elinden alınan kitlelere reva görülen, geçim (doğal olarak üreme) faaliyetine indirgenmiş yaşamlardır; insanı insan yapan özgür irade güya kendi rızasıyla elinden alınır. Kapitalist toplumlarda siyasal alan ile sivil (iktisadi) alanın birbirlerinden alabildiğine keskin bir biçimde ayrılmasına, büyük çoğunlukla siyasal olanla aynı anlamda kabul edilen ideolojik olanın toplumun maruz kaldığı kötülüğün kaynağı olarak mahkum edilmesine, kitlelerin siyasal kapasitesinin denetlenmesi, yönlendirilmesi için başvurulur. Siyasal kapasite denetlenebilir siyasal partiler, parlamentolar (milletin efendisi köylünün, işçi kardeşimizin dünya parlamentolarındaki temsil düzeyi kast edileni hakkıyla anlatıyor), sendikalar, dernekler, vakıflar tarafından gasp edilir. Nihayet bugün gerekli kavramsal gerekçelendirme yapılmadığı için açık açık kapitalizmin krizi olarak dillendirilmese de bir temsil krizinden bahsediliyor. Aslında sorun, kapitalist toplumsal yeniden üretim rejimini sürekli kılan tutsak alıcı, şeyleştirici siyasal alan-sivil alan ayrımının anlamsızlaştığı bir eşiğe hızla yaklaşılıyor olmasıdır. Bu tespiti takip eden soru elbette bu eşiğin nasıl aşılacağıdır. Eşik gerçekten aşılmak isteniyorsa yanıtların çeşitli olması için elimizden geleni yapmalıyız. Ancak her bir yanıtla yapılanın temelde siyasal olanın yeniden anlamlandırılması olduğunu unutmamak gerekiyor. Kitlelere, geçim faaliyetinden başka bir şey düşünemez hale getirildiği için kendilerine sıradanlık sıfatı bahsedilmiş olanlara, siyasal kapasitelerini yeniden kazandıracak olanın kapitalist rejimin siyasal evrenimize dâhil ettiği sağ-sol ayrımını yeniden yorumlamak olduğunu düşünüyorum.
Sağ ve sol birer etiket; kazandıkları tarihsel anlamlar bu etiketleri istediğimiz fail ve fiilin üzerine koyma hakkımızı elimizden almaz yine de. Sağ kelimesi iyilik, esenlik, itibar sahibi olma, sayılma sıfatlarını yükleniyor; sol kelimesi ise terslik, uğursuzluk sıfatlarını. Ancak kapitalist siyasal evrendeki anlamlarını Fransız Devrimi öncesinde Kurucu Meclis Başkanı’nın sağında oturan Eski Rejim yanlısı aristokrat ve ruhbanlar ile solunda oturan değişim yanlısı burjuvaların tutumlarıyla kazanmışlardır. O tarihte toplumun muteber kesimlerinin sağda konumlanması ile bugün toplumun muteber kesimlerinin sağda konumlanması kelimenin anlamının hakkının verildiğini gösteriyor. Fransız Devrimi’nin solcuları burjuvalar, sağcılığa terfi edip muteber kişiler olmuşlardır. Akılsız kitlelerin kendi başlarına idare edemeyecekleri emeklerinin ürününü bütün toplumun yararı için kendi kişisel servetlerine dönüştürmek için girişmeyecekleri haysiyetsizlik yoktur. Muteber kişi haysiyetli de olmalıydı ama itibarın korunması için her şeyden feragat edilebiliyordu işte. İnsanın her şeyden feragat etmesini olanaklı kılan doğuştan, kendiliğinden (örneğin din, milliyet gibi) vasıflardır; itibarını korumak için her şeyden vazgeçen sağcının bu tür doğuştan vasıflara yapışması hiç de şaşırtıcı değil. Dininin ya da milliyetinin elinden alınacağını düşünen “zavallının” bu denli kıyıcı olması başka nasıl açıklanır. Dolayısıyla kapitalist rejimde insanın siyasal kapasitesini yeniden kazanması olarak tarif edilebilecek siyasal sorun, itibar sahibi olma gayretini boşa çıkarmaya çalışmakta temellenir. Siyasal kapasitemizi yeniden kazanmak, insani özümüzü belirleme kapasitemizi yeniden kazanmak olacaktır, bu ise itibarın yerine haysiyeti koymakla olur. Dünyayı avucuna almış sağın marifeti göz önünde bulundurulduğunda, yalan söylememek, hırsızlık yapmamak, öldürmemek gibi az sayıda akideyle içini doldurabileceğimiz haysiyetin önümüzdeki en önemli eşiği aşmak için ne denli önemli olduğunu görürüz.