Turhan’ın bir lirası
Devlet görevlilerine ilk iş, kudret-iktidar sahibi olmayan vatandaşı aşağılamak öğretilir... Turhan’ın bir lirasını kendine anlık iktidar tatma yemişi yapmış gardiyanı tanımıyorum. Turhan’ı tanıyorum. İkinciyi birincinin eline, insafına bırakanları da. Onları da tanıyorum.
Tek-adam rejimine geçiş operasyonları çerçevesinde iftira ve hakarete mâruz bırakılarak ömründen dokuz ay çalınan meslektaşlarımızdan, Cumhuriyet Kitap Eki Yayın Yönetmeni Turhan Günay, Birgün’den Meltem Yılmaz’ın “içeride vaziyet nasıldı?” mealindeki sorusuna karşılık şunları söyledi:
“İçerde bize başta çok aşağılayıcı davrandılar… Girerken herkes gibi ben de sırt çantamı boşaltıp koydum önlerine. Sonra genç bir gardiyan çantayı ters çevirip bir silkeledi ve çantadan bir lira düştü… gardiyan bana, ‘Utanmıyor musun bunu saklamaya?’ dedi. Bir lira düşmüş ya! Çok sinirlendim bu tavra ve o bir lirayı çöpe attım. Yani davranışlar, bakışlar, konuşmalar başta bu şekildeydi. Ama sonunda ne oldu biliyor musunuz? O eylemi yapan kişi, iki gün önce çıkarken, benden özür diledi. ‘Çok özür dileriz, biz size kötü davrandık. Ama sizin böyle insanlar olduğunuzu bilmiyorduk’ dedi.”
Turhan’ı senelerdir tanıyorum. Boyu posundan ötürü kendisine münasip gördüğüm “ufaklık” lâkâbını pek sevmişti, o da bana öyle hitap eder. Etrafımda onu tanıyıp sevmeyen, saygı duymayan hiç kimse yok. Hani ben gazetecilik bağlantısından belki daha iyi haber alırım falan diye aylardır onu sormak, en azından “acaba çabuk bırakırlar mı” dertleşmesi yapmak için arayan arayana. Turhan’ın neden bu kadar sevilen sayılan bir adam olduğunu anlatmaya çalışmayacağım, çünkü bizi arkadaşlarımızın neden iyi insanlar olduğunu, neden suçsuz olduğunu falan anlatmaya mecbur bırakıyorlar ve hepimiz kendimizi ilaveten çaresiz ve aşağılanmış hissediyoruz.
Aşağılama, devletin gündelik yürütülüş şartlarından biridir. Devleti kurmak yetmez, yürütmek de gerekir. Yaşatmak. Ve o bizim kanımızla terimizle beslenir, sırtımızdan geçinir. Böyle yaşar.
Devlet görevlilerine ilk iş, kudret-iktidar sahibi olmayan vatandaşı aşağılamak öğretilir. Devlet hastanesi hastabakıcılarını bırakın, herhangi bir resmî bankonun ardındaki herhangi bir memurun bile -isterse- doyumsuzca tadabildiği hükmetme-zulmetme şerbeti, bu anlamda, yasak veya haram değil, devleti var etmenin alınması mecburî sayılmış gıdalarından biridir.
O gardiyan, Turhan gibi yumuşak, nazik, herkese saygılı bir adama çantanın dibinde kalmış bir lirayı fırsat bilip o berbat hücumu yapar, çünkü bunun kültürel-geleneksel-kurumsal eğitimini almıştır. Bu eğitim sınıflarda, tahtaya birşeyler yazıp ezberletilerek verilmez. İşe girersin, senden az evvel girmişlerin ve onlara emir verebilenlerin ve onlara da hükmedenlerin haline tavrına bakarsın, kaparsın. Aşağılamayı sana zaten seni aşağılayarak öğretirler.
AŞAĞILANMALARI ANLATMAK...
Memleketimizin yakın tarih bilinci ve zihniyeti ve özellikle devletin ne olduğuna dair idraki bakımından en büyük eksiklerden biri, poliste, hapiste devlet tecrübesini en yakından yaşamış insanların “özel anları” anlatmamış oluşu. Kimse, aşağılandığı durumları anlatmak istemez. Hatırlamak bile istemez. Gelin görün ki, hatırlanmak istenmeyen ne varsa gece uyumamızı bekleyip o karanlıkta üstümüze çullanır. Yani… anlatsak iyi olurdu…
Bizim kuşak, gördüğü işkenceleri bile ancak “genelde” anlattı. Halbuki hepimizin tek tek, kendisine her ne yapıldıysa harfiyen, somut olarak, hiçbir ayrıntıyı atlamadan anlatması, bizden sonrakilerin de daha ilk cümlede “ay fena oldum!” yapmaması gerekirdi.
Anlatmadık, çünkü, bu iyi sebep, onurumuza yediremedik. Aşağılanışımızı anlatınca bu aşağılanmayı sürdürecek veya daha da aşağılanmış olacağız gibi mi hissettik, bilemiyorum. Gururumuzdan mı anlatmadık? Bir faydası olmaz diye mi?
Belki bir de kötü sebep vardır: Güçsüz görünmeyelim diye anlatmamışızdır. Böyle yapanlarımız olduysa, ne yazık ki, “güç” konusunda gardiyanla üç aşağı beş yukarı benzer düşünüyorlar. Kendini savunamayacak durumdaki insana elindeki kudret kırıntısını kullanarak zulmetmek güç değil. Ama iş bulup çalışmak zorundaki yoksul insanların yüz binlercesini bir çırpıda bunu böyle yapabilecek hale getirmek, güç. Gardiyan güçsüz, devlet güçlü.
Gardiyan, dokuz ay yatmalarına rağmen ilk duruşmada tahliye edilen, o zamana kadar kamuoyunun gardiyanın ulaşamayacağı, temas edemeyeceği kesimince desteklenen, hapisten salıverilmeleri haber olan Turhan ve öbür meslektaşlarımıza bakarken şöyle düşünmüştür: Bu insanlar dün saygı görüyorlardı, ellerinde mesleklerinden gelen güçleri vardı: kimisi gazeteci, kimisi avukat, falan… Yarın devran döner, bu insanlar artık itilip kakılamaz olabilirler. Oysa ben..? Gardiyanı ürperten ihtimal, o “falan”da saklı.
DEVLETİN GÜNDELİK VAROLUŞU
Devlet bilinci, aslında bir bilinç değildir, bilinciyle, duygusuyla, alışkanlık ve refleksleriyle bir bütünlüklü ruh durumu, bir varoluş tarzı, bir karakter türüdür. Kavram olarak devlet şöyle ve böyle tanımlanabilir, konumuz bu değil. En yetkilisinden en alt düzeyine çok sayıda insanın kanıyla canıyla, kafasıyla sopasıyla var ettiği somut-fiilî bir kudret yaratığı olarak devlet, koalisyonlardan meydana gelir. Üst kademede koalisyonun başrollerini hükmetme hırsı ve hesaplılık paylaşırlar, kalpsizlik, somut-yaşayan insan sevmezlik, çoğulluk ve çeşitlilikten duyulan nefret ve korku, “karakter rolleri”ni üstlenir. Aşağılara inildikçe, gündelik tatmin için peşinden koşulan bilumum kötücül duygular, kompleksler, refleksler, düşüncesiz, acımasız ve fakat silahlı, sopalı emir kullarının asık suratlı âlemine bir üçüncü sayfa havası kazandırır.
Bir yere kadar, yüce idealler ve ulvî görevler için işe koşulduğu anlatısının tesiriyle bir nevi vecd içerisinde hareket eden eleman, gerçekte hapse tıkılmışa zulmetsin diye eline tutuşturulmuş kıytırık kudret sopasının hem iki vuruşta kırılabileceğini, dahası, icabında kendi sırtında parçalanabileceğini pekâlâ bilir. Çantanın dibindeki bir lira için eşi zor bulunur bir insanı aşağılamanın günahını bayıla bayıla işler, heyhat, kendi ruhunun dibindeki tedirginlik yakasını bırakmaz. Aşağılanmak üzere eline teslim edilmiş olanı hücresine koyup kapısını kilitledikten sonra zihnine üşüşüverenleri öfkeli bir el hareketiyle kovmaya çalışır. Karşıdan görünen, mânâsızca elini kolunu savuran, belli ki çaresiz bir adamdır. Bunalım uzarsa, kimbilir, belki de gider bir tutuklunun suyuna elkoyar, birinin ilacını vermez, artık o an ne mümkünse.
Turhan’ın bir lirasını kendine anlık iktidar tatma yemişi yapmış gardiyanı tanımıyorum. Turhan’ı tanıyorum. İkinciyi birincinin eline, insafına bırakanları da. Onları da tanıyorum.
BOMBOŞ BİR ALANDA...
Saray, savaş, Mercedes, bayrak, gardiyan… böyle gidiyor işte. Fakat o gardiyan neden korkuyor?
Aşağılamaya çalıştıkları insan, onu aşağılattıkları alete düşman olmuyor. Ona karşı ilgisiz, hissiz kalıyor daha çok. Sevginin zıttı bu; nefret değil. Harekete geçirici kuvvetlerden değil. Kötülüğün sahiplerini ve emredicilerini ise… sevmiyoruz, sevmeyeceğiz işte. Çünkü sevemeyiz.
Aslına bakarsanız onları kimse sevmiyor. Tapan var, ölümüne bağlanan var, seven yok. Sevgi, eski gümüş bir liralardan, orada. Vaktiyle alımgücü varmış, şimdi yok. Anca vitrine konup cam arkasından bakılabiliyor.
Onca insanın haklı sevgisizliği, ahireti var sayan bütün kutsal kitaplara göre, mutlaka bir sonuç yaratacaktır. Uzaktan yükselen alevlerin göründüğü bomboş bir alanda, boşalttıracaklar, bu dünyada başkalarına taşıttıkları çantalarını. Çevirip silkelettirecekler. Diplerinden suçlar dökülecek. “Saklayabileceğinizi mi sandınız lan bunları?” diyecek gardiyan kılığına girmiş bir melek. Onlara tahsis edilen melek de öyle konuşacak; ona göre. Yükseklerden bir buyruk gelecek: Koyun şunları bu bomboş alana, utanmayı öğrensinler. Sonsuza kadar. Öğrenmeyi başarabilen olursa affedeceğim.
* * *
Turhan’a geçmiş olsuna gitmeden önce buradan bir merhaba demiş olayım. Onun şahsında, ömürlerinden dokuzar ay çalınan öbür meslektaşlarımıza da geçmiş olsun. Hukuken varolmayan “Cumhuriyet davası”na sahici davaymış ve hâlâ sürdürülebilirmiş gibi bir görüntü verebilmek için hapiste tutulan Murat Sabuncu, Ahmet Şık, Kadri Gürsel ve Akın Atalay’ın da daha fazla zulme uğratılmayacaklarını umuyorum. Duruşmadaki savunmaları ve tutumları mesleğimiz için yüz akıydı, hepsini kutluyorum.
(NOT: P24 yazımda, “Cumhuriyet davası” denen pespayeliğin neden aslında “varolmadığını” anlatmaya çalıştım, meraklısı göz atabilir diye hatırlatıyorum.)