Ezidiler, ah o güzel insanlar
Ezidiler'in kutsal mekanı Laleş'e giderken rehberimiz bize çok kolay bir yol tarifi yapmıştı. Bize neresi yeşilse oraya gitmemizi söylemişti.
Henüz bu topraklarda barıştan söz ediliyordu. Gerçi "hiçbir devlet nihai barış yapmaz ama zorunlu kalmıştır" diye düşündüğümüz zamanlar oluyordu. Madem devletler barış istiyor, neden orduları, tankları, tank savarları, –halbuki tanklar olmasa savarlarının olmasına da gerek yok– uçakları, uçaksavarları, tüfekleri, tüfengleri –neden bilmiyorum Teksas'ta Çelik Bilek tüfeng diyordu– bazılarının nükleer silahları, insan öldürmekle süslü nakaratlı marşları, genellikle kan çanağına dönmüş başkanları ve filanları var ki bu filanların arasına polisler de giriyor ya da madem barış istemiyorlar, o zaman ne bu barışçıyız ayakları? Vejetaryen olduğunu söyleyen vampir gibiler. Böyle vampir de yoktur, uyduruyorum ben ve eğer vampir varsa tabii. Onu da bir sürü kişi uydurmuş ya da bir gün boğazımdan afili bir ısırıkla bütün kanımı çektiklerinde inanacağım ama devlet var işte ve her yerde… Boğazımdaki izden biliyorum. Hayatımın amacı bu zaten, bütün devletleri yıkıp yerine dutluk yapmak…
İç tüzükle adı söylenmesi yasaklanmış topraklarda Ezidiler'in kutsal yeri Laleş'e gidiyorduk. Bir arkadaş kolay bir tarif vermişti. Eliyle bir yön gösterip, "neresi yeşilse oraya gidin" demişti. Ağaç kesmek günahtı Ezidilerde. Herhangi bir canlıya zarar vermek günah. Yılda bir kez Şeh'ler ormana gidip, yıkılmış ağaçları, kırılmış dalları bütün Ezidiler kullansın diye toplayıp getiriyorlardı. Rehberimiz anlattı bunu. İngilizce konuşuyordu. Bir de tabii Kürtçe ama bilmiyorum demek yasak mı iç tüzükte. Muhtemel Ezidilerin iç tüzükten haberleri yoktu. Laleş'e ayakkabılarınızı çıkarıp giriyordunuz. Köy kadar büyük bir yerde ayakkabısız dolaşmak güzel bir şeydi. Üstüne bastıklarımız galiba dışarıda kalıyordu; bolca kan izi, aşağılama, dışlama, egemen kibri, iktidar boku, iç tüzük ve keşke faşizm...
Loqman Mahmut idi adı rehberimizin. Girişte karşılamıştı bizi, ayakkabılarımız çıkartırken. "Sizi gezdireyim" demişti. Turist gibi bakmıştık yüzüne galiba. "Yok, para istemiyorum, öğretmenim ben, kültürümüzü tanıtmak için buraya geliyorum" demişti. Bu sefer de gene pek inanmayan turist gibi bakmıştık muhtemel. Muhteşem bir yerdi. Sular akıyordu dört bir yanından, ağaçlar çok daha yeşildi, biliyorlardı galiba hiçbir zaman kesilmeyeceklerini. Her yer kandillerle doluydu, sokaklar, küçük dağ yolu, çeşmelerin başları. Hepsi hava karardığında yakılmayı bekliyorlardı. Boyunlarından bir gece önceden kalmış zeytinyağı sızıyordu. Ne güzel kokuyordu. Yüzlerce yıllık amforalarda saklandıklarından olmalıydı ya da hiçbir zaman kesilmeyecek zeytinlerin yağlarından oldukları içindi. Birisi, hava karardığında bütün Laleş'i dolaşıp kandilleri yakıyordu. Mavi bir ışık veriyordu zeytinyağı, kızıldan doğan bir mavi…
Gezdirmeyi bitirdiğinde hava karardı. Kandillerden biliyorum. "Nereye gideceksiniz" dedi… "Bilmiyoruz" dedik. "Bize gelin" dedi. Dört kişiydik. Bu sefer turist gibi bakmıyorduk yemin ederim. O kadar da salak değiliz. Birazdan Loqman Mahmut’un evinde yere kurulmuş kocaman bir masanın başında oturuyorduk. Kuş sütü yoktu. Sadece bir şahin vardı. Odada başlarımıza konarak uçuşan. Çocuklar vardı odaya girip çıkan. Galiba bir rakı elden ele dolaşan, belki araktı tam hatırlamıyorum, işte şişede durduğu gibi durmayanlardan. Birazdan bir dengbej geldi. Sazıyla birlikte. Herkes yerine oturdu. Çünkü ses çok derinden geliyordu. Yürek der galiba şairler buna. Şahin bile bir çocuğun omzuna türedi. Sessizce dinliyordu. Galiba iç tüzüğü biliyordu. Loqman Mahmut’un babası geldi. 96 yaşında demişti babasına. Günde üç paket sigara içiyordu. İçmese 200'e kadar yaşardı herhalde. Demek ki sigaranın yararlı tarafları var. Yoksa 200 yıl çekilir mi bu devletler ve iç tüzük filan. Baba odanın köşesinde yere çömelmiş, peş peşe sigarasını içiyordu. Dengbeji dinliyordu.
Dengbej söylerken, arkadaşımın kulağına eğilip manasını soruyordum. "Seni yaşatan benim sevgim" diyordu ezgide "Seni o kadar çok seviyorum ki odur senin hayat kaynağın." İlk defa sigarasını çekti ağzından baba. Bağırdı Dengbeje, bir kez daha bağırdı. Ne dedi diye sordum; "Bırak ölsün de görsün gününü. Sevme de ölsün" diyordu.
Galiba sevmeyi bıraktı sevgili, baksana ölüyoruz…