Ne acayip sergüzeştler…
Eziyetin bin türlüsüyle mundar edilmeye çalışılan Vicdan ve Adalet Nöbeti’ni sürdürenlere, oraya gelip giderek gerçeküstü bir maceraya girenlere az ötedeki Yunus Emre’nin seslenmesi mi inanılmaz? Biz aynı anda yeryüzüne ayak basmamış kim bilir kaç insandan tek bir şahsiyet imal edip, boyunu posunu sûretini cisme kavuşturmuşken üstelik? Taştan sûret orada öyle, bizim geçmişimizde, kendi şimdisinde duruyor, bugünün işine karışmıyorsa, Ehmedê Xanî neden elleri kırılarak yok ediliverdi, İstanbul’a pek uzak bir parktan?
“Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi / Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası / Dinlemeden anladık anlamadan eyledik / Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi.”
Yoğurtçu Parkı’nda olan biteni başından sonuna, gece gündüz izleyebilen yalnız oydu. Gerçi onu da madenî bariyerlerin dışında, bir şey diyecekse seslenmek zorunda bırakmışlardı, ama hiç değilse gölgedeydi.
“Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi, hele bana şöyle gelir, şol göz yumup açmış gibi… Ne acayip sergüzeştler, bağrım dolu serzenişler, durmaz akar kanlı yaşlar, aksa gerek şimden gerü…”
Olup bitecek her şey, mümkün olan ve olmayan, oradaki birilerinin keyfine bağlıydı; ufak ve büyük her harekette sıradan insanların bunu idrak etmesi amaçlanıyordu. Bir tür, “yaşıyorsanız izin verdiğimizden” kursu.
“Gitti beyler mürveti, binmişler birer atı, yediğü yoksul eti, içtiğü kan olısar…”
Hesaplanamaz otorite, ilave zahmet ve eziyet için yapılıveren buluşlar. Hayatla ilişkiyi zedeleyen işler. Haftanın hangi günü, günün hangi saati, rahatlıkla unutturabilen bir demir kafesler diyarı.
“Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir, varıp anın üstüne, evler yapasım gelir.”
Yanlarına girmek tehlike, çıkmak tehlike olan tehlikeli parti insanları.
“Kimin direnci var ise, derdine derman istesin, kesdi benim direncimi, derman oldu bu dert bana.”
Tehlikeliler, ortalıkta serbestçe dolaşırlarsa mazallah bütün iktidar hesapları altüst olabilir.
“Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı…”
Bu yüzden, yanlarına gidenin bir daha şehre, sokağa, olağan yaşantısına dönmesi çok zorlaştırılmıştı. Zorluk çıkışta değildi. Girebilmek çok zordu. Aşabilmek. Katlanabilmek.
“Bu yol uzaktır, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var… Hasta iken halımızı, soranlara selam olsun.”
İçerilere yürüdükçe, dışarı ile bağının kesildiğini hissetsin, ürksün diye ziyaretçiler, kafeslerden geçirildiler. Bitmek bilmeyen kafesler.
“Bir dem gelir Îsâ gibi, ölmüşleri diri kılar, bir dem girer kibr evine, fir’avn ile hâmân olur.”
Sanki kafesten yol bittiğinde ateşten çemberin içinden atlayacaktı ziyaretçi.
“Aşksızlara verme öğüt, öğüdünden alır değil, aşksız kişi hayvan olur, hayvan öğüt bilir değil.”
Öyle gerçeküstü bir ortamdı ki, taştan adama kulak vermek hiç mi hiç tuhaf değildi.
“Söylememek harcısı söylemeğin hasıdır, söylemeğin harcısı gönüllerin pasıdır.”
Özellikle geceleri, el ayak çekildikten sonra birşeyler fısıldadığından eminim.
“Bu dünyanın meseli, benzer murdar gövdeye, itler gövdeye düştü, Hak dostu kodu geçti…”
Bir anne, kızının parçalarını eteğine toplayıp götürdü bu ülkede. Başka bir anne kızının cesedini buzlukta sakladı, başında bekledi.
"Yemiş kurt kuş bunu keler, nicelerin bağrın deler, şol ufacık na-resteler, gül gibice solmuş yatar… Esilmiş inci dişleri, dökülmüş sarı saçları, kamu bitmiş teşvişleri, emr-ü nemde ermiş yatar…”
Başka bir annenin cesedi sokakta kaldı, köpekler parçalamasın diye çocukları elde taş, nöbet beklediler, çünkü keskin nişancı yüzünden yanına varamadılar. Bir babaya oğlunun kemikleri kargoyla gönderildi.
“Kimseler garip olmasın, hasret odına yanmasın.”
Yüz kişi bombayla parçalandı, devleti yönetenlerden tek kişi çıkıp “üzüldüm” demedi. Bebeğe tecavüz edildi.
“Gözlerimin kanlı yaşı, aka geldi aka gider.”
Hepsini pekâlâ olabilir saydık. “İmkânsız” demedik. “Olamaz” demedik.
Eziyetin bin türlüsüyle mundar edilmeye çalışılan Vicdan ve Adalet Nöbeti’ni sürdürenlere, oraya gelip giderek gerçeküstü bir maceraya girenlere az ötedeki Yunus Emre’nin seslenmesi mi inanılmaz? Biz aynı anda yeryüzüne ayak basmamış kim bilir kaç insandan tek bir şahsiyet imal edip, boyunu posunu sûretini cisme kavuşturmuşken üstelik? Taştan sûret orada öyle, bizim geçmişimizde, kendi şimdisinde duruyor, bugünün işine karışmıyorsa, Ehmedê Xanî neden elleri kırılarak yok ediliverdi, İstanbul’a pek uzak bir parktan?
“Yunus sen bu dünyaya niye geldin? Gece gündüz Hak’kı zikretsin dilin.”
Ediyor:
“Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil, yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil… Yol odur ki doğru vara, göz odur ki Hak’kı göre, er odur alçakta dura, yüceden bakan göz değil…”
Zulüm iktidarını gündelik düzeyde çeşitlendirmek, derinleştirmek için uğraşan, kötü ruhlu yetkililere kaldı meydan.
“Helâl yenmez, haram kıymetli oldu… Şeytanlar semirdi, kuvvetli oldu… Fesâd işler eden hürmetli oldu… Gönüller yıkıban heybetli oldu… Peygamber yerine geçen hocalar, bu halkın başına zahmetli oldu…”
Çıkarayak:
“Vaktinize hazır olun, ecel varır gelir bir gün, emanettir kuşa canın, sahib vardır alır bir gün. Nice bin kerre kaçarsın, yedi deryalar geçersin, pervaz vuruban kaçarsın, ecel seni bulur bir gün. İşbu meclise gelmeyen, anıp nasihat almayan, eliften bâ’yı bilmeyen, okur kişi olur bir gün. Tutmaz olur tutan eller, çürür şu söyleyen diller, sevip kazandığın mallar, varislere kalır bir gün. Yunus sözün bunu söyler, aşkın deryasını boylar, şu yüce köşkler saraylar, viran olur kalır bir gün.”
(NOT: Yunus Emre deyişlerini internetten toparladım. Kimi kısmen bugünün kelimelerine dönüştürülmüş, kimi daha büyük oranda; farklı yerlerde pek çok söz farklı. Başa çıkamadım. Kenarda köşede azıcık kalmış olduğunu sandığım sağduyuma güvendim. Vahim yanlışlar olmayacağını umarım. Yanlışlar varsa, doğrusunu bildiren olursa özür diler ve düzeltirim.)