16 yıllık hikâye aslında bitti
Beştepe’nin siyasi işler dairesine dönüştürülmek istenen AKP’nin, bu yeni duruma uydurulması hiç kolay bir süreç olmayacak. Kolay olmayacağı gibi, Erdoğan açısından asla tatmin olunacak bir hale de gelemeyecek. Dolayısıyla, “yeterli heyecanı görmüyorum, bir metal yorgunluğu var, yenilenme gerek” ve benzeri ifadelerin değişik versiyonları hiç bitmeyecek. Çünkü bu ölçüde kişiselleşmiş bir iktidarın ihtiyaç duyduğu aygıtları (elbette partiyi de) mevcut yapıları dönüştürerek oluşturmak çok zor.
Haftaya AKP’nin 16'ncı kuruluş yıl dönümü (14 Ağustos) etkinlikleriyle girdik. Aslında AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz kadar önem atfetmediği, hatta fazla şatafatlı etkinlikler yapılmaması talimatıyla, biraz “kontrollü sakinlik” istediği bir yıl dönümüydü. Zaten bir kutlamadan çok, bir süredir devam eden “metal yorgunluğu” uyarılarının ve örtülü tehditlerin tekrarıyla gündeme yerleşti. Abdullah Gül’ün etkinliklere katılmayıp, yaptığı açıklamayla çok soluk bir sitem (eleştiri) yapıyor gibi yapmasını da küçük bir not olarak ekleyebiliriz. Erdoğan’ın AKP kuruluş yıl dönümüne ilişkin bu tavrı, hemen hiç müracaat etmediğini bildiğimiz tevazu hasletini keşfetmesinden veya gürültülü etkinlikleri yorucu bulduğundan değil elbette. Yeni iktidar stratejisi uyarınca, kendisinden başka bir odağın hele partinin öne çıkartılmasını, hatta bahsedilmesini bile artık açıkça istemediği için. “Davayı” kendisini 2019’da seçtirmek biçiminde daraltmış olması, yeni bir atılım ve referandum öncesindeki sloganlarda olduğu gibi “güçlü Türkiye” ideali değil, “yeni 15 Temmuzlar” için çağrı yapması da bu yüzden.
Gazete Duvar’ın bu köşesini takip edenler, 16 Nisan referandumu ile politik varlığına son veren ilk partinin AKP olduğu değerlendirmesine yabancı değiller. Beştepe’nin siyasi işler dairesine dönüştürülmek istenen AKP’nin, bu yeni duruma uydurulması hiç kolay bir süreç olmayacak. Kolay olmayacağı gibi, Erdoğan açısından asla tatmin olunacak bir hale de gelemeyecek. Dolayısıyla, “yeterli heyecanı görmüyorum, bir metal yorgunluğu var, yenilenme gerek” ve benzeri ifadelerin değişik versiyonları hiç bitmeyecek. Çünkü bu ölçüde kişiselleşmiş bir iktidarın ihtiyaç duyduğu aygıtları (elbette partiyi de) mevcut yapıları dönüştürerek oluşturmak çok zor. İstendiği kadar “yeni devlet kurmaktan” bahsedilsin, istendiği kadar “sessizce” veya açık açık yeni rejim inşası adımları atılmaya çalışılsın; “yıkmak” konusunda çok mesafe alınsa bile, “kurmak” konusunda sonuç almak o kadar kolay değil.
Erdoğan’ın durmadan işaret ettiği metal yorgunluğu meselesi, öncelikle mevcut yapının ve kadroların yetersizliğini işaret ediyor ama yenilenmenin kaynağı konusunda gösterebildiği bir adres yok. Beştepe’ye doldurulmuş çoğu devşirme danışman kalabalığı, mevcut iktidar kombinasyonuna biat etmekten başka çaresi olmadığını düşünen bürokrasi ve liyakat konusunda defoları bilinerek oluşturulan taze kadrolar beklenen silkinmeyi yaratabilecek vasıfların hayli uzağında ve aksi de mümkün değil zaten. Peki ne olacak? İktidarını ayakta tutan güç ile onu hareketsiz hale getiren korku prangası, ortak biçimde “Erdoğan’ın kişisel gücü” olduğu için, bir kısır döngü tekrarlanıp duracak. Bağlılıklarını sunarak hizmete hazır görünen kalabalığın tek çimentosu Erdoğan'ın gücü. Ama bu, sürekli güç tahkimi ve onu gösterecek sahne ihtiyacı demek. Erdoğan’a mutlak bağlılığın liyakat ölçüsü yapıldığı bir ortamdan “süper kadrolar” hiç çıkmayacak, çıkmadıkça Erdoğan’ın sonuçtan memnuniyetsizliği bitmeyecek. Ama kimsenin bunu değiştirme iradesi göstermesi mümkün olmadığı için de, bu saçma denge sürecek ve iddia edildiği gibi “hareketin içinden” (AKP’den) değişmeyecek. Bu tabloyu değiştirebilecek şey, AKP’ye gönüllü veya mecburi yatırım yapanların bu tıkanma dolayısıyla uğradıkları zarara ilişkin yaptıkları “alternatif maliyet” hesaplarını değiştirmeleri.
Bu çerçevede, AKP’nin 16 yılının kısa tarihine ve Türkiye “sağ popülist partilerin maceralarındaki ortak noktalara kısaca bakmakta fayda olabilir. AKP’nin kurulduğu ve tek başına iktidara geldiği ilk dönemi “muhafazakar demokratlık iddiası” etiketiyle ifade edebiliriz. (AKP’nin kuruluş yılının siyasi konjonktürünü görmek için çok değerli bir çalışma olan; Mirgün Cabas’ın “2001 Eski Türkiye’nin Son Yılı” Can Yayınları, Haziran 2017 kitabını okumayı şiddetle tavsiye ederim) Dönem, ciddi bir ekonomik, sosyal ve siyasi krizlerin dip yaptığı ve iç - dış egemenlerce “sorunsuz” bir çıkış arayışının çok merkezli olarak zorlandığı bir vasat üretmişti. İktidar olmaya ayarlı bir “proje parti” olarak formüle edilen AKP, girdiği ilk seçimde iktidar oldu. Çatışma alanlarının uzağında ve daha çok pozitif beklentilerle ilişki kuran AKP’nin ortaya çıkışıyla sağ seçmen bloku yeniden şekillendi.
2007 yılıyla başlayan ve 2012’ye kadar süren AKP iktidarı dönemine de "iktidar" ve "vesayet" kavgası etiketi uygun düşebilir. İktidarın kabul sınırlarının çizilmeye çalışıldığı bu dönemde, askerin yayınladığı bildiri ile hükümeti tehdit ettiği "e-muhtıra" ve Anayasa Mahkemesi'nin Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçildiği meclis oylamasını geçersiz ilan ettiği "367 krizi" karşısında, AKP geri çekilmek yerine meydan okumayı seçti. 2007 seçiminde aldığı oy desteğinin verdiği özgüven ve Fetullah Gülen cemaatiyle derinleşen ittifakın operasyonel desteğiyle karşı hamleler peş peşe geldi. 2010 referandumu sırasında ve sonrasında AKP'nin alanını genişletmesi ve iktidarını pekiştirmesi sağ seçmen blokunda rövanşist bir tatmin yarattı. AKP, 2011 seçiminde yüzde 50 sınırını zorlayarak sağladığı desteği partileşme alanına aktarmadı. Erdoğan'ın öne çıktığı bir iktidar projesi üretildi.
2012'den bugüne kadar yaşanan üçüncü dönemin genel karakteri ise, bu "yeni iktidar projesinin" savunma ihtiyacına göre belirlendi. Kutuplaştırmayla başta AKP seçmeni olmak üzere, devlet bürokrasisi, ekonomik aktörler ve hatta göçmen krizi dolayısıyla dış aktörler, açık ve örtülü tehditler eşliğinde iktidarın devamına mecbur olmaya zorlandı. Diğer yandan Gezi olayı ve "çözüm süreci"nin muhafazakar Kürt oylarını AKP'ye taşımayıp bölge oy dengesini terse çevirmesi gibi gelişmeler, iktidarı da milliyetçi - muhafazakar savunma hattına sıkıştırdı. Cemaatle çatışmanın alenileşmesi, Erdoğan ve ailesini de hedef alan 17 - 25 Aralık süreci, Suriye krizi etrafındaki dış gelişmeler ve ekonomik konjonktürdeki negatif değişim işaretleri tehdit algısını büyüttü. Tabanın beklentileriyle de itirazlarıyla da ilişkisi kesilen iktidar, sadece kendini savunmaya odaklandı. "İyi şartların" ve "kolay krizlerin" büyüttüğü AKP gelen tehditlere karşı, mevcut oy konsolidasyonunun sürekliliğine güvenemediği için kural değişikliğiyle güvence yaratmak amacıyla 16 Nisan referandumunu gündeme getirdi.
Bu on altı yıllık hikaye, AKP iktidarını Türkiye'deki popülist sağ iktidarlar tarihinden çok başka bir noktaya taşımıyor aslında. 50'lerde DP'nin yüzde 58, 60'larda AP'nin yüzde 53, 80'lerde ANAP'ın yüzde 45 oy oranlarını yakaladığı “sağ popülist parti ataklarının” yükseliş ve düşüş hikayeleriyle oldukça benzer özellikler taşıyor. Pozitif beklentilerle ilişkilenmiş hürriyet ve kalkınma vaadiyle başlayan yükseliş hikayesi, “ideolojik sağ çelik çekirdeğin” yarattığı dominasyon ve sert mücadele eşliğinde “otantik temsil” meselesinin ve “milletin adamları” diye sıralanan sembol isimlerin etrafında kurulan savunma hattı. Ve son olarak sürekli kriz üreterek sürdürülebilen bu savunmanın kendi ürettiği zarar algısıyla erimeye başlaması. Süreleri, periyodları ve şiddetleri değişse bile, hikayeler çok benzer. Bu pencereden bakınca, 16 yıl itibariyle AKP “sağ popülist parti hikayeleri” serisinin üçüncü dönemini de sonlandırmış ve misyonunu tamamlamış görünüyor. Şimdi soru şu; sağ popüler liderlerin hepsinin (Menderes, Demirel, Özal) kendi güçleri ölçüsünde denemiş olduğu “kişiselleşmiş iktidar” hamlesinde en ileriye gitmiş olan Erdoğan’ın, “davasız ve partisiz olarak” ne kadar daha devam edebileceği? Bu belirsizliğin sıkıntısını tüm memleketle birlikte Erdoğan da yaşıyor.