'Or'dan golü var!'
Halı sahaya gidenler bilir. Eğer birini gereksizce taltif edip, onun başarısız olmasını istersen, top onun ayağındayken “or’dan golü var” diye bağırırsın. “İyi vurur” da nadide örneklerden biridir. Top ayağındadır, kaleyi karşısına almıştır, arkadan bağırırsın “iyi vurur!” Mesnetsiz tezahürat. Sonuç başarısızdır. Top genelde kaleciye ulaşmaz bile. Bu yeni Türkiye figürlerine bakınca da içimden hep onu tekrarlıyorum.
Coğrafya kaderdir, tamam da, ya isimlerimiz ne kadar kaderdir? Bir bölümüyle yanı başımızda durur, bizi uyarır, çelmeler, silkeler isimlerimiz. Bir yanıyla da onun tam hilafına bir hayat yaşadığımızı fark ettiriverir. Yahut çıkar biri söyler ismimizin gerçek manasını; belki ömür boyu yanlış bilmişizdir. Küçükken baktığımız sözlük bize yalan söylemiştir ve hayatımızın devamında bir kere olsun, başka sözlüğe ‘gitmek’ aklımıza gelmemiştir.
Türkiye’de şu an 500 bin kişiden fazla insanın adı İbrahim. Kökü çok doğurgan, üstelik birçok dilden takip edilebiliyor. Rahman, rahim, rahmet, merhamet, istirham, merhum... hep aynı RHM kökünden. Üç kutsal kitapta da geçiyor; Kur’an’da peygamber olarak var; kurban bayramı münasebetiyle tekrar dolaşıma giren kıssa da malum [“kurban” kökünden de tanıdık bir kelime var; “akraba” olan. “Kurbiyet” yakınlaşmak demek]. İbrahim Peygamber bir rüya görür, oğlu İsmail’i kurban edecekken, gökten bir koç iner. Nemrut’un düşmanıdır, Allah’ın dostu, yani “halil”idir; en çok “Şan”ının kerameti kendinden menkul Urfa’da kullanılagelmiştir Halil ve/yahut İbrahim. Sofrası bereketlidir, dost sofrasıdır, rahmanı boldur, merhameti büyüktür, geleneğe göre. Urfa, zaten meclislerin, muhabbetin, gecelerin, dağ bezmlerinin mekânı olmuştur yüzyıllarca. Şimdi bağımsız adayları, isotu ve kebabıyla meşhur daha çok. Bir de müzisyenleriyle.
Bir türkü: “Ayağında Kundura”. Ben en çok “çıktım kerpiç dîwara” kısmını severim nedense. Sanırım bana muhteşem bir Diyarbakır türküsü olan “Kerpiç Kerpiç Üstüne”yi anımsattığı için “kerpiç” kısmıyla. O türkü daha âşıkanedir “Ayağında Kundura”ya göre: “Kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı/ Binayı kurar iken gördüm Leylâ’yı” diye başlar; Yusuf Tapan’dan derlendiği kaydedilmiş. “Ayağında Kundura”nın derleyeni de, derleneni de belli. Mukim (“Muqim”) Tahir’den derleyen Mehmet Özbek. İsim kaderse, Mukim Tahir’de soy isim kadere dönüşüyor. 1900 doğumlu, 45’indeyken Zonguldak’ta vefat eden bu üstadın soyadı, cumhuriyetin ilanın müteakip dayatılan soyadı kanunuyla “Oturan” oluyor. Lakabı, soyadı oluyor bir bakıma. Mukim, ikamet eden, konaklayan, duran, oturan diye lakabı var; sonra hop, soyadı oluyor. "Türk Halk Müziği" diye olağanüstü yanlış isimlendirilmiş müziğin, Urfa yöresindeki en büyük kaynağı oluyor sonra. Mehmet Özbek’le beraber Muzaffer Sarısözen epey yararlanıyor Muqim Tahir’den, epeyi türkü derliyor onun icrasıyla. Tahir üstat fukaralık içinde, hatta “delidir o” suçlamalarıyla göz yumuyor dünyaya; yıllar sonra biri çıkıp o türküyle nam ediyor, şan eyliyor, şöhret kucaklıyor. İbrahim. Henüz soyadı Tatlıses değil. Kel Hamza (Hamza Şenses), Bekçi Bakır (Bakır Yurtsever), Kazancı Bedih (Bedih Yoluk) isimli müzisyenleri var o toprakların. Çoğu genç yaşta ölmüş, besteler yapmış: “Buradan Bir Atlı Geçti”, “Kışlalar Doldu Bugün”, “Ayağında Kundura” sadece birkaçı.
1 Ocak 1952’de doğmuş. 1 Ocak kısmının netamesi belli. Ülkenin “doğusunda” doğan birçok insan gibi, nüfusa geç kaydediliyor ve memur 1 Ocak yazıveriyor. Dünyada İsevî takvime bunca hürmet edip, İsa Peygamber’in doğum gününü kutlamaya bu kadar hevesli başka coğrafya bulmak güçtür. Ona göre “mağara”da ama muhtemelen mecaz olarak mağaraya benzer bir yerde doğuyor. Urfa’da. Şanlı meselesini geçmiştik, tekrar etmeyeceğim. Yedi kardeşler, o en büyüğü. Babası Ahmet Tatlı, ciğerci.
İlk plağı “Kara Kız”. Şöhret hikâyesini, ülkede yaşayan dört kuşak tekmili birden biliyor olmalı. Hatta tekmili birden, bir şöhret hikâyesinin katharsisi temsili sayılabilir: Mağarada doğmuş, sinemalarda çığırtkanlık yapmış, inşaatlarda soğuk demircilik yaparken film yapımcısı kimse tarafından keşfedilmiş, Adana-Ankara-İstanbul hattında basamakları ikişer üçer çıkıp Hülya filminde İstanbul’a “Çok büyüksün İstanbul. Kim bilir kimleri yuttun? Ama beni yutamayacaksın. Bir gün o kadar büyüyeceğim ki, sen bile bana dar geleceksin,” diye seslenmiş, nihayet İstanbul’da soyadını değiştirmiş [onu esas meşhur eden müzisyen Yılmaz Tatlıses’ten devralmış], Ortadoğu isimli coğrafyada çok büyük şöhrete ulaşmış, hanlar hamamlar almış, onlar için minibüs şarkısı söylemiş, bunlar için gazino şansonu icra etmiş, şunlar için opera manipüle etmiş, işadamı olmuş ve siyasete girmiş. Siyasete girmek kısmında biraz duraklamamız gerekiyor.
Kasım 2013. Diyarbakır’da toplu açılış töreni var. Sahnede o ve Şivan Perwer. Önce “Canê Canê”yi icra edecekler [ki, kendisi iğdiş etmiş yıllarca şarkıyı “işte meydaney/ iyi günün dostu nerdesin haney” ile], sonra da dünyanın en sakil düetlerinden biri olan “Megrî Megrî” farsı başlayacak. Perwer açılış töreninin kendine ayrılan kısmında ulusal kıyafet giymiş, bir pêşmergeyi temsil ediyor. Tatlıses takım elbiseli, beyaz mendilli. Perwer “zimanê zikmakî” ile iki lidere teşekkür ediyor, Tatlıses Türkçe ile. “Buraya ayak bastıkları için iki liderimize de teşekkür ederim; sayın başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere.” Telaffuzuna, “k” harfinin gırtlaktaki haline bakılınca, rahatladığı görünüyor. İstediği, bildiği, aslında unutmadığı telaffuz bu. İstanbul’un yutmadığı ama vatanına dönünce “hoş geldiniz” diyen. Vatanı neresi? Urfa mı?
O gün, açılış töreni sonrası düet yaptıklarında, Perwer iki lidere anadiliyle teşekkür ettiği esnada, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Bismilli Mehdi Eker’in Erdoğan’a iki kişinin arada oturmasını dinlemeden eğilip bir şeyler söylediği sahne var. Kuvvetle muhtemel tercüme ediyor, pek heyecanlı bir karşılık almayınca da doğrulup sırtını sandalyesine yaslıyor. Yıl 2000; Siyaset Meydanı’nın gündem belirlediği, ortalama bir diziden çok daha fazla izlendiği zamanlar. Kırca’nın konuğu Tatlıses. Can Dündar da araştırmacı gazeteci olarak orada. Bir yerde Dündar “fenomen” lafzı ediyor. O esnada Tatlıses, Kırca’ya eğiliyor kadrajdan çıktığını sanarak. Belli ki lafzın manasını soruyor. Sonra Kırca tarafından ifşa ediliyor soru, gülünüyor, “içtenlik” hanesine yazılıyor bu puan. O gülüşmelerin sonunda sırtını oturduğu koltuğa yaslıyor, o da.
Cemal Süreya, onun için yazdığı portrede “Daha çok zordaki erkeğe, mahpus görmüş kişiye seslenen Orhan Gencebay, hep kendi görüntüsünü gizli tutma eğiliminde olmuştur. Ondaki belirsizlikte canavarsı bir yaratığın soluk alışını da duyumsarız. Kentleşmeyle ek yükler de alan bu acımasızlığın parçalı görünümlerine tanık oluruz. Ferdi Tayfur gözyaşıyla terledi ve o canavarı şeytansı bir konuma getirmenin yollarını aradı. Bununla sanki yan kültürü temizlemiş de oluyordu. Ferdi Tayfur’la arabeske hafif müzikten ayrıntı yansıları da geldi. İbrahim Tatlıses ise spor bağlamında olmayan bir koşu içinde belirdi. Aslında arabeskin bir örneği, uyması gereken biçimleri, göndermeleri yoktur. Tatlıses’te hiç yok. Kendi kendinin taklidi. Yine de Yılmaz Güney söylencesini içinde taşıyıp durduğu bir gerçek.” diyordu.
Yılmaz Güney eğretilemesinden neyin murat edildiği açık burada. Ama bendeki “fotoğraf”, halen şudur –ve bunun kusurlu bir anımsama işlemi olduğunun farkındayım. Güney cezaevindedir, küçük yatağının üzerinde kitaplar ve elinde bir kitap. Evet, İsyan. Tatlıses’in kaç fotoğrafı var bende? En çok Yıldız Tilbe’li o gün. Tilbe’nin “büyük öteki”ye başkaldırdığı ve elbette huzurdan kovulduğu o gün. Canlı yayında ağız kavgası. Canlı yayında olmazsa, ağız kavgasıyla kalmayacağından herkesin neredeyse emin olduğu bir kavga. Reklamlar girer, programa dönülür ve görülür ki Tilbe kovulmuştur. Monolog başlar. Şimdi o monolog için Barthes’a bağlanıyoruz. “Ağız kavgası bir utku amacıyla yürütülür: her yanıtın bir gerçeğin utkusuna destek sağlaması ve yavaş yavaş bu gerçeği kurması söz konusu değildir hiçbir zaman, yalnızca son yanıtın iyi yanıt olması söz konusudur: önemli olan atılan son zardır. Kavga hiçbir biçimde satranç oyununa benzemez, daha çok bir yüzük oyununa benzer [...] tam oyunun durduğu anda yüzüğü avucunda tutmayı başaran kazanır.”
Konu Gencebay-Tayfur-Tatlıses olduğunda, ben Sen Aydınlatırsın Geceyi filminde Ali Atay’ın söylediği şeylerdeyim esasen ama konu şimdilik o değil. Geçelim.
Twitter hesabı varken kullanıcı adı “imparatoribo” idi. Çünkü herkesin çok büyük sıfatları var. Onunki en büyük olmalı. En büyüğün ufku da imparator. 87’de Kadınca dergisine verdiği röportajdan: “Kadının giyinmeye, yiyip içmeye hakkı var ama bunun dışında eşitlik olmaz.” 12 Eylül’den sonra Aziz Nesin’in öncülük ettiği “Aydınlar Dilekçesi”ne imza atıyor. Aydınlar bir bir darp edilerek alınmaya başladıktan sonra Ilıcak ailesinin Tercüman gazetesi 26 Mayıs 1984 tarihli nüshasından okuyoruz: “Ben toplu konut dilekçesi sandım.” İbresi pek şaşmıyor konu devlet olunca. Şaştığı zaman da toplu konutlara bakıyor.
Saddam 2003’te devrildi. Hewlêr, namıyla kaydıyla Hewlêr’di 2005’te. O “Erbil”e gitmeyi tercih etti. Konser salonunun dışında Türk bayrağı olmadığını gördü. Kameralarla beraber bekledi, bayrak asıldı, konsere gitti. Orada söyledi: “Babam Türk, annem Kürt, ben Türk oğlu Türk’üm. Size Türkiye’den selam getirdim.” Oksimoronu zaten geçelim; ama 2005’ten hemen önce Kanal D’de “Babam Arap, annem Kürt, ben Türk oğlu Türk’üm” demişti. Güney’de Arap oldu sana Türk.
Cem Uzan’ın Genç Parti’sinden aday oldu. Seçilemedi. Milletvekili olmak istiyordu, muhtemelen “bir tek o kaldı, madem onu da olayım”dı motivasyonu. Yeni Türkiye’de Ak Parti’yi destekledi. Melih Gökçek’in mahdumunun kanalı Beyaz TV’den çıkarken vuruldu. Önce “PKK yaptı” dediler, sonra gerçek ortaya çıktı. Hastane odasında yapılan nikâhı Mustafa Sarıgül kıydı, şahitlerinden biri Fatih Terim’di. AK Parti’den aday adayı oldu. Vekil adayı olamadı. Bir daha denedi en son. Gene olamadı. Instagram’ında Eylül 2015’te "241K" takipçi vardı. Birkaç kişiyi takip ediyordu sadece. İlk takip ettiği isim Erbakan Malkoç. Alişan’ın yakın ahbabı. Cumhurbaşkanlığı iftarından Erdoğan’la fotoğrafı var Malkoç’un. Lüks araba tasarlıyor. Tatlıses, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı olmak istiyor. Malkoç, iftar fotoğrafının altında herkesin orucunu kutluyor. Yeni Türkiye böyle böyle oluyor.
Halı sahaya gidenler bilir. Eğer birini gereksizce taltif edip, onun başarısız olmasını istersen, top onun ayağındayken “or’dan golü var” diye bağırırsın. “İyi vurur” da nadide örneklerden biridir. Top ayağındadır, kaleyi karşısına almıştır, arkadan bağırırsın “iyi vurur!” Mesnetsiz tezahürat. Sonuç başarısızdır. Top genelde kaleciye ulaşmaz bile. Bu yeni Türkiye figürlerine bakınca da içimden hep onu tekrarlıyorum. CB iftarına gidiyorlar mesela lüks arabalarla, arabaya binmeden önce biri sanki bağırıyor onlara “or’dan golü var”.
Çok uzattım ama sahicisini söyleyeyim de bu bahis kapansın. Son golü halk atar. Valla bak.
Bu yazı Eylül 2015’te yayımlanmıştı. Birkaç küçük düzeltmeyle yeniden yayımlanıyor. Yazıda adı geçen Fatih Terim’in portresi de Ilıcalı, Turan, Mardini gibi isimlerle beraber yazılmakta.