Pornografik riyalar
Karşılaştığı bunca yıldırıcı tacizden sonra o kadar doğal ki… Bu kan uyuşmazlığının nedeni Kekilli’nin hayata ve fırtınaya gözünden dalan, kendine ve gerçekliğe binbir kılıf uydurmadan bildiği gibi yaşayan sahici biri olması bence, kuşkusuz. Buralarda bu türden dürüstlüğü pek sevmeyiz.
Ona Merin diyeceğim, ama gerçek adı bu değil. Porselen beyazı, küçük, güzel yüzünde parlak siyah gözleri, dolgun bir damlayı andıran dudağıyla bir gelinciğe benziyordu. Hem çiçeği, hem de hayvanı kastediyorum. Kırılgan canıyla iddialı çiçek. Minik, sevimli, yırtıcı hayvan.
On yaşımdayken doğduğum evi, bahçesinde dut ve elma ağaçları olan serin çocukluk evimizi satıp başka bir semte yerleşmiştik. Okulum, arkadaşlarım değişmişti. Yaşıtım çok da fazla arkadaşım yoktu, kolay olacağını düşünmüştüm. Çok okuyan, hep yazan, ellerini ceplerine koyup yürüyüşlere çıktığında rüzgarda üflemek için bıraktığı lülesi dışında süs püsle işi olmayan kısa saçlı bir kız çocuğuydum. Bir sürü kurmaca karakterle paylaştığım kendi dünyamda yaşıyordum büyük ölçüde.
Birden dünyaya düştüm.
Yeni sınıfıma Merin’in başı çektiği bir “havalı cici kızlar”, dizilerden tanıdığımız haliyle, diyelim, “kötü kızlar” grubu hakimdi. Eşit oranlarda zalim ve tatlıydılar. Hep çok eğleniyor gibi bir halleri vardı. Okuldan bizim eve uzanan caddedeki pastanenin önünden geçerken, yanlarında birkaç oğlan, önlerinde birer cola veya limonata eşliğinde sonsuz bir kıkırdama ve cilveleşme seremonisinde görürdüm onları. Hiçbir şey okumadıkları için konuşacak o kadar konuyu nerden bulduklarını merak ederdim. Entipüften bir ortak anının günün şakasına dönüşebildiği, hayali bir “biz ve ötekiler” kurgusundan ve bolca mimikten beslenen kapalı devre bir dil sistemleri vardı.
Merin, tanışmamızdan iki yıl sonra bir hafta sonu beni evlerine çağırdığında şüphelenmiştim. O zamana kadar mümkünse birbirine hiç ilişmeme şeklinde seviyeli bir ilişkimiz vardı. Hiç de öyle pısırık bir tip değildim, bir meydan okuma farklılığıyla yaşıyordum aralarında. Ya da öyle zannediyordum çünkü nihayetinde on iki yaşındaydık. Herhalde hiçbirimiz sandığımız kadar havalı değildik. Neyse işte, kuyruğu dik tutup davete icabet etmem gerekiyordu.
Anne babası tatile gidip onu kocaman evlerinde, ağabeyiyle bırakmışlardı. Dizilerdeki “ailesi tarafından para ve hediyeye boğulup yeterince sevgi görmeyen zengin kız”dı, tam. Ayaklı bir klişeydi ve bunun da farkında olarak, rolünün tüm gereklerini yerine getiriyordu. Müzik dinledik, limonlu kek ve kahve eşliğinde annesinin dolabından çıkardığı acı badem likörünün tadına baktık.
Bir ara hepsi birden ortadan kayboldu. Koridora çıktım, gülüş seslerini takip ederek kapısını aralık bıraktıkları odadan girdim. Ağabeyinin odasıydı burası. Kızlar yere oturmuş, önlerine birkaç dergi yaymışlardı. Odaya girdiğin anda insan anatomisinin aşırı yakın plan detaylarıyla karşılaşabiliyordun. O an gelişmiş bir durum gibi davrandılar ama bence her şey dahil misafirliğimizin ana fikri baştan beri buydu. Daha önce böyle bir şeye rastlamamış olduğumu tahmin ediyor, gözlerinden fışkıran kıkırdamalarla tepkilerimi kolluyorlardı. Canımı dişime takıp mümkün en poker face’imi takındım, büyük bir şaşkınlık geçirmemiş gibi davranarak odadan çıktım. Pornoyla böylece tanışmış oldum.
KURMACA RÜYALAR TOPLUMSAL RİYALAR
Ertesi gün sınıfta Türkçe dersinde öğretmenin sorduğu bir soruyu cevaplamak için parmak kaldırdım. Örneklerle anlatayım diye önceki yaz okuduğum “Çalıkuşu” romanından bahsettim. Öğretmenim sevecen ama tavizsiz bir çizgi halini almış gözleriyle, “O senin yaşına uygun bir roman değil,” dedi. Merin ve yanındaki kızlar lüleli cici başlarını sallayıp gözlerini kırpıştırarak “Eveeet,” diye cıvıldayıp onayladılar. İşte o an yüzümde, önceki gün için hedefledikleri bozgun ifadesini gördüler. Aşk ve cinsellik konularındaki toplumsal ikiyüzlülükle tam olarak böylece tanışmış oldum. On iki yaşındaydım.
Okul bitti. Saçlarım uzadı. Üniversitede artık epeyce hayata karışan bir tiptim. Gerçekliğin de kendine göre eğlenceleri vardı, artık Merin ve arkadaşlarını daha iyi anlıyordum.
Üniversite bittikten birkaç yıl sonra Merin’le bir AVM’de karşılaştık. İkimiz de çok değişmiştik. Onun tarzında kadınların böyle bir şeyi kolay kolay söylemeyecekleri, bunun kıymetini bilmem gerektiği yollu bir vurguyla bana “Güzel bir kadın olmuşsun,” dedi. O zaten on iki yaşındayken de güzel bir “kadındı”. Yavru ağzı oje ve manikürlü tırnaklarla doğmuş gibiydi.
Artık yetişkinliğe adım atmış olmanın getirdiği geçmişi gülerek yad etme arzusu, bir nevi yakınlık hissiyle oturduk, bir kahve içtik. Bana porno dergi sergisi yaptıkları o günü gayet iyi hatırlıyordu. Betim benzim atmıştı onun hatırladığına göre. Onu affetmeliydim, intikamım alınmıştı. “Nasıl yani?” diye sordum.
İki yıl önce evlendiğini, evlendikten yirmi beş gün sonra aniden çalışma odasına daldığında kocasını duvara yansıtılmış dev bir vajinaya bakar halde yakaladığını anlattı. “Bütün bir kadın bile değildi, inanabiliyo musun?” deyip bir kahkaha patlattı. Neyse zaman içinde adam porno alışkanlığını bırakmıştı ya da en azından artık zamanlaması daha iyiydi.
“Aman şekerim işte, bütün erkekler aynı ya, bilmez misin,” deyip göz kırptı. Gözlerinin feri gittiği için alameti farikası olan göz kırpması eskisi kadar etkili olmuyordu. Bu erken fer kaybı insanın içine dokunuyordu.
Bütün erkeklerin aynı olduğuna emin değildim. Erkekler de çeşit çeşitti bence, tıpkı kadınlar gibi. Evliliğin yirmi beşinci gününde çalışma odasına kapanıp dev bir sanal vajinayla uzun uzun bakışmayı tercih etmekte hem trajikomik hem de biraz tuhaf bir yan olduğunu düşündüğümü itiraf etmeliydim. Etmedim çünkü bence o da bunu biliyordu. Hep yaptığı gibi bilmezden geliyordu.
Manikürlü tırnaklarla doğmuş, yalan söylemeyi, düzenin ona sunduğu riya balkonlarının sınırlarında parmak uçlarına basarak yürümeyi çocuk yaşta keşfetmişti. Ben kadın olmayı daha çok zamanla keşfetmiş ve epey sevmiştim, o ise toplumun çizdiği bir çerçevede kadın olarak doğmuştu. Hayatı bir klişenin, en yeni deneyimi anında solduran tozlu ve kirli bir toplumsal cinsiyet öğretisinin içinden solumuştu hep. Hiç kendisi olamamıştı. Hiç şansı olmamıştı.
Merin ve beni porno dergilerle tanıştırdığı o gün, bu hafta bir olay nedeniyle sık sık aklıma geldi. Sibel Kekilli’nin, yıllar önce yer aldığı porno filmler nedeniyle Türkiyeli takipçilerinden gelen, yıllardır bağnazlığından, arsızlığından ve ikiyüzlülüğünden hiçbir şey yitirmeyen yorumlara isyanı.
RİYA DUVARLARINA KARŞI
Sibel Kekilli olayıyla ilgili sevgili Ülkü Doğanay hocanın dün burada güzel bir yazısı yayınlandı. İyi bir oyuncu, güzel bir kadın olmakla kalmayıp Müslüman ailelerde kadına yönelik şiddetle yıllardır mücadele eden sıkı bir aktivist de olan Kekilli’nin maruz kaldığı bu çok katmanlı toplumsal ikiyüzlülük karşısındaki haklı isyanını anlatıyor. Din ve toplum adına ahlakçı geçinenlerin pornoyu yasaklarken hayatı gizli kapılar ardında dev bir pornoya çeviren ikiyüzlülüğünden bahsediyor. Toplumsal cinsiyet kalıplarını en sert ve acımasız haliyle yeniden üretmeye yönelik porno sektörünün kısa bir süreliğine bir dişlisi olmak durumunda kalmış, pornografik zihinli takipçileri yüzünden bu dönemden bir türlü kurtulamayan Kekilli’nin, kızkardeşimiz olduğunu belirtmiş. Elbette ki öyledir.
Ek olarak bazı kadın takipçilerin olaya ve genelde de bu gibi olaylara yönelik hastalıklı, yancı, mantığa ve anatomiye savaş niteliğinde bol “aq”lı tepkilerinden irkildiğimin altını çizmek isterim.
Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sında (Gegen Die Wand, 2004) şahane biçimde canlandırdığı yaralı ama cesur Sibel karakterinden beri ilgiyle takip ettiğim Sibel Kekilli, öncelikle dürüst bir kadın. Bu porno meselesini de ayrıntılarıyla anlattığı şu röportajı okumak yeterli onu bu yönüyle tanımak için: http://www.hurriyet.com.tr/mutsuz-bir-kulkedisi-4150754
Bu yazıyı yazarken geriye dönük olarak tekrar baktım. Çeşitli röportajlarında Türklerin onu pek sevmediğini, kendisinin de pek Türk gibi hissetmediğini yazmış.
Karşılaştığı bunca yıldırıcı tacizden sonra o kadar doğal ki… Bu kan uyuşmazlığının nedeni Kekilli’nin hayata ve fırtınaya gözünden dalan, kendine ve gerçekliğe binbir kılıf uydurmadan bildiği gibi yaşayan sahici biri olması bence, kuşkusuz. Buralarda bu türden dürüstlüğü pek sevmeyiz.
Biz toplumsal cinsiyetin pis dehlizlerinde ojesini bozmadan gezme alışkanlığı ve kıvraklığını çocuk yaşta edinmiş Merin’leri severiz. Onun, aşkının en taze döneminde hobi olarak dev bir sanal vajinayı seyreden, muhtemelen “adam gibi adam” kocasını severiz. Sibel porno deneyiminden duyduğu rahatsızlığı tabii ki anlatıyor ama çıkıp Türk halkından özür falan dilemiyor. Sibel beş yaşından beri gelinlik hayali kurmuyor, hatta evlenmiyor bile. “Ben otuz sene aynı adamla olamam, sıkıntıdan patlarım” minvalinde şeyler söylüyor. Katıl, katılma, aşk ve evlilik hakkındaki fikrin bu olsun ya da olmasın. Onun fikri bu ve hiç şirin görünme kaygısı taşımadan söylüyor işte. İkiyüzlü ağzını eril eril yaya yaya laf yetiştiren takipçisine “Sana ne lan ayı! Senin paranı mı harcıyorum,” da diyor.
Bu sözü de pek sevmem ama, düşününce deli ve kanlı kelimelerinin birleşiminden oluştuğu için, cinsiyetsiz bir kavram aslında. Gerçekten “delikanlı” kadın Sibel. Neredeyse sıfırdan başlamış, zor bir hayattan şimdiden iki hayatlık başarı çıkarmayı becermiş bir kadın. Helal Sibel Kekilli. Seni kendi geçmişinle taciz etmeye çalışan o adamlar ve er zihinli kadınlar senin yarın kadar yaşamıyor bu hayatta. Risk değil, kendilerine ait bir nefes bile almıyorlar. Sapına kadar kadın ve erkek olarak doğuyor ama hayatları boyunca hiç gerçek anlamda kadın ya da erkek çünkü insan olamıyorlar. Ne aşkları kendilerine ait, ne öfkeleri ne de hazları.
Herkesinki bir hayat işte ama sen, hatalarınla, tecrübelerinle yaşıyorsun. Onlar, hatalarıyla hiç yüzleşmeden günahları ve sevaplarıyla, ölüyorlar.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI