'Şarkılarla Memleket Tarihi'
Ara ara yapıyorum: Günün ve dünün tarihine bakıyorum, hatırlattıklarını yazıya taşıyorum. Bugün 27 Ağustos. Dün ayın 26’sıydı. Memleket açısından önemli bir tarih zira geriye dönüp baktığımıza iki “zafer” var.
İzninizle bu haftaki yazıya biraz kendimden söz ederek başlayacağım. Başlıktaki ifade kiminize tanıdık gelebilir: "Şarkılarla Memleket Tarihi", Açık Radyo’da hafta içi her gün yayımlanan programımın adı. Sabah 07.00 itibariyle başlıyor, 20 dakika kadar sürüyor. Günün olaylarından söz ediyor, hatırlattığı şarkıları çalıyorum. Bunu yıllardır değişik yerlerde yapıyorum aslında: Başta üniversiteler ve kültür merkezleri olmak üzere, pek çok yerde çok sayıda dinleyiciye ulaştı. Radyo, bunu katmerliyor. Her günü, günün mânâ ve ehemmiyetine binaen çalınmış şarkılarla birlikte kayıt altına almak ayrıca güzel. 25 Ekim 2016’da başlayan program, Ekim ayının son haftası bitecek ve geriye kalan, sesli bir almanak olacak. Bu bile, şevkle çalışmam için bir bahane.
Sözü programdan açtım, yazıya getireyim... Yaptığım programda ve verdiğim seminerlerde yakın dönem memleket tarihini şarkılarla anlatıyorum, olan biten üzerine yazılmış şarkılar dinletiyorum. Mevzuyla alakalı çok yazım var –ki duvaR’a yazdığım yazılar da bunun parçaları aslında. Seminerlerde dinlettiğim şarkılardan 100 tanesini geçtiğimiz yıl bir kenara ayırdım, “100 Şarkıda Memleket Tarihi” adlı bir kitap yazdım. Elbet burada durmayacak, ilerleyecek.
Bugün hadiseyi başlığa taşıma sebebim, yakın zamanda olan biten üzerine değil, geçmişte bugün olanlar üzerine yazmak istemem… Ara ara yapıyorum: Günün ve dünün tarihine bakıyorum, hatırlattıklarını yazıya taşıyorum. Bugün 27 Ağustos. Dün ayın 26’sıydı. Memleket açısından önemli bir tarih zira geriye dönüp baktığımıza iki “zafer” var. İlki, bu ara herkesin kutlamaya pek heves ettiği Malazgirt Zaferi. 1071 yılında, Alparslan komutasındaki ordu, Bizans ordularını yendi ve Anadolu’ya ayak bastı. 26 Ağustos, Malazgirt Meydan Muharebesi’nin sonlandığı gün olarak tarihe geçti. Bugüne dek kutlanmayan, sempozyumlar ya da küçük anmalarla geçiştirilen bu “zafer”, dün “heyecanla” kutlandı. Yazıyı yazarken elimdeki bilgi, cumhurbaşkanının Malazgirt’te halka hitap edeceği. Ne söyledi, ne anlattı, olayı neresinden tutup ilerledi, bilmiyorum. Siz bu yazıyı okurken biliyor olacaksınız ama bunun bir önemi yok. Söyleyeceklerini tahmin etmek çok da güç değil zaten. Yine de buradan ilerlememek daha iyi.
Malazgirt, bundan önce komik kutlamalara sahne olmuştu: Gençlik ve Spor Bakanlığı, geçtiğimiz yıl, memleketin 81 ilinden 1071 Alparslan’ı Malazgirt’e davet etmiş, “zafer”i böyle kutlamıştı. Şarkı derseniz, yakın dönemde yazılmış bir mehter marşı dışında çok şeye ulaşamıyoruz. Sözlerini “destan şairi” olarak bilinen Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun bir şiirinden alan marş, “Aylardan Ağustos, günlerden Cuma / Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum'a / Bozkurtlar ordusu geçti hücuma / Yeni bir şevk ile gürledi gökler” dizeleriyle başlıyor ve ilerliyor: “Ya Allah, Bismillah, Allahuekber!” Bilinen bir marş olduğu söylenemez. Cumhuriyet sonrası yenilenen mehter repertuvarına eklenen, dillere düşmemiş marşlardan biri bu.
Dillere düşmüş marşlar şarkılar, türküler ve ağıtlar da var. Bunlar, 26 Ağustos’ta meydana gelen bir başka hadiseyle alakalı… Okullarda öğrendiğimiz tarih, gün hakkında şu bilgiyi veriyor: Mustafa Kemal Atatürk, 21 Ağustos 1922’de Akşehir’de Büyük Taarruz emrini verdi. Kolordular, 14 Ağustos’ta yürüyüşü başlatmış, bekliyordu. 26 Ağustos günü taarruz başladı. Tarihe, Başkomutanlık (ya da Sakarya) Meydan Muharebesi olarak da geçen bu savaş sırasında yazılan “destan”, bugüne dek öğretilenler arasında en heyecanlı olan. Bu “destan”ı en iyi anlatanlardan biri, Nâzım Hikmet. “Kurtuluş Savaşı Destanı”, Nâzım Hikmet’in ölümünden sonra basılan kitaplardan biri. Şiirin adına uygun olarak bir ara “Kuvayi Milliye” olarak da basıldı ama ekseriyetle bu isimle biliniyor, tanınıyor. Başta Ruhi Su olmak üzere pek çok sanatçı, bu şiiri müzikledi. 45’lik plaklarında destanın bir bölümünü sazla söyleyen ozan, 1971 tarihli ilk albümünü de buradan yola çıkarak kurgulamıştı: “Seferberlik Türküleri ve Kuvayi Milliye Destanı” Biraz daha ilerlersek bu destandan yola çıkılarak yazılmış pek çok şiir ve besteye rastlayabiliriz. Yakılan ağıtlar ve türküler de cabası. Bugüne dek devlet tarafından da heyecanla kutlanan bu gün, son birkaç yıldır (en azından devlet katında) unutuldu.
Şarkılar, marşlar çeşit çeşit. Bu aralar herkes kendi marşını seçiyor, görmek/okumak istediği tarih üzerinden ilerliyor. Malazgirt Savaşı ve Büyük Taarruz, Türkiye tarihinin kırılma noktaları. Formül basit: İkisini birden anmak, birini diğerinden ayırmamak gerekiyor. Bugüne dek birini görmeyenlere inat diğerini görmemeyi tercih edenler, mutlak bir ayrılığa doğru ilerliyor. Ölümleri ve ağıtları ya da diğer taraftan bakarsak zaferleri ve kutlamaları ayırmamayı öğrendiğimiz gün, her şey biraz daha güzel olacak. En büyük eksiğimiz, çok uzun zamandır bu. Bizi “bir”leştiren hadiseler de kısa süre sonra bir düşüncenin hegemonyasına giriyor, oraya evriliyor. “Bir”leştiğimiz noktada ayrılmayı beceriyoruz.
Birleşme demişken, 26 Ağustos’ta karşımıza çıkan bir yıldönümünü anayım: İlk İzmir Fuarı’nın açıldığı gün bu. 1923 yılında yapılan 1. İzmir İktisat Kongresi sırasında açılan 9 Eylül Sergisi, fuarın başlama vuruşu. 1933 yılında enternasyonal boyut kazanan fuar, bir dönem ilgiyi üzerine çekmiş bir oluşum. Bir yanda fuara katılan ülkelerin “savaş”ı, diğer yanda ‘70’li yıllarda ortaya çıkan gazinoların savaşı fuarı herkesin gözünde çekici hale getirmişti. ‘80’li yıllarda bu heyecana ben de katıldım: Babam izninin bir bölümünü fuar zamanına denk getirir, gündüzleri lunapark – hayvanat bahçesi – ülke pavyonları ekseninde dolanırken geceleri sevdiğimiz şarkıcıları ya da tiyatrocuları sahnede izlerdik. “Yedi Kocalı Hürmüz”ü seyretmişsem, Adile Naşit’ten Altan Erbulak’a, Erol Evgin’den Bülent Ersoy’a pek çok insanı sahnede canlı görmüşsem, sebebi bu. Ailecek fuara gidişlerimiz sırasında gözlemlediğim bir şey var: Fuar, her kuşaktan insanın heyecanla pavyondan pavyona koşturduğu, sahnenin önündeki rahatsız iskemlelerde yerini aldığı bir yer. Bizi birleştiren az sayıda yerden biri belki de.
Ülke pavyonlarını hafife almayın: Amerika Birleşik Devletleri’nde sergilenen elektrikli araba, robot ya da bilgisayar gibi teknolojik ürünlerin karşısına bizzat Sputnik’i çıkartan Sovyetler Birliği, o yıllarda en azından benim nezdimde bu “savaş”ı kazanmıştı. Ortaokulda ailemle yaptığım fuar gezilerinden birinde hiç ummadığım bir anda “canlı” bir uzay aracıyla karşılaşmak kişisel tarihimin heyecanlı anlarından. O yazın sonunda okuluma bir karış uzamış boyumla dönmüş, uzay araçlarını sadece televizyonda görmüş arkadaşlarıma havamı ziyadesiyle atmıştım. Gördüğüm ünlüleri hesaba katmıyorum bile!
Mevzuyu, Ali Kocatepe’nin bestelediği ve eşi Aysun’la seslendirdiği “Bir Fuar Masalı” adlı şarkıyla sonlandırayım. Sözlerini Nebil Özgentürk’ün yazdığı şarkı, 2000’li yıllarda fuarı yeniden canlandırma hamlesi sırasında yapılmıştı. İzmirli Ali Kocatepe’nin, şehrine hediyelerinden sadece biri: “Bir yangın gibiydi / Şenlikti panayırdı / Bir dünya şarkısıydı…” Şarkı, “o eski fuar zamanları”nı anarken lunaparktan “âşıklar yolu”na uzanıyor ve bizi fuardaki mekânlarda gezdiriyor.
Gelelim günün tarihine… Bugün, en özel, en güzel seslerden Tanju Okan’ın doğum günü. Sözü İzmir’e getirmişken anmamak olmaz. Hayatının son deminde Urla’ya yerleşen sanatçı, söylediği şarkılarla kalplerimizde taht kurdu ve dost meclislerinde nice rakımıza, muhabbetimize eşlik etti. Anlatmaya gerek yok, memleketin en büyüğü. Bu bir radyo programı olsaydı, çok bilinen şarkılarından birini değil, kıyıda köşede kalmış plaklarından birini döndürürdüm: “Güzel Yok mu İnsafın Senin?” “Hasret”ten “Öyle Sarhoş Olsam ki”ye uzanan repertuvarının en güzel şarkılarından. Kelimeleri vurgulayışı, şarkıyı hissederek söyleyişi üzerine bir şey söylemeyeyim zira bütün şarkıları öyle söylüyor; büyüklüğü buradan. Bulmak zor değil, Tanju Baba’nın anısına dinlerseniz, bir de kadeh kaldırırsanız, ne güzel olur.
Daha uzatmayayım, tarihin tozlu sayfalarını fazla karıştırmayayım ve radyoda çok yaptığım bir şeyi yaparak yazıyı sonlandırayım: Bugün 27 Ağustos, yılın 239. günü. 126 gün sonra 2017 bitecek. Nasıl geçtiğini anlamadan sona yaklaştık. Özlediğimiz “güzel günler”e henüz ulaşamadık ama buna dair umudumuz hiçbir zaman bitmedi. Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.