YAZARLAR

Nefes alabilmek ve yutkunabilmek

Geçmiş zamanların adımlarıyla devleşen bir kötülük sarmalı yakıp yıkıyor her yanımızı. Şehvetle kuduz bir iştihayla girişilen geçmişin talan ve katliamları, yolları döşeyip bugünkülere el vermiş aslında. Dolayısıyla bugünün talancılarının, fırsatçılarının arzuları, iştihaları kendi sermayelerinden çıkardıkları şeyler değil, tıpkı zalimliklerinin yarattığı dehşetin kaynağının kendilerinde olmaması gibi.

Bazı zamanlar nefes almak daha bir güçleşiyor, boğazında bir yumruk, yutkunabilmek neredeyse imkânsız. Buna rağmen direnip derin derin nefes almak istiyor insan, ama nafile; su bile güç bela geçiyor boğazdan, sanki cam kırıkları içilen. Oysa nefes alabilmek, yutkunabilmek hayata bağlanmak demek. Nefes hayatla eşdeğer gibi, ancak nefes almakla yutkunmanın eş güdümlü olması daha dikkate değer bir durum galiba. Neyin solunmaya çalışıldığı, nasıl nefes alındığı kadar yutkunabilmek için neyi yutup neyin yutulabildiği, neyin yutulamadığı önemli, hele de ikisi arasındaki denge. Solunan ne olursa olsun yine de nefes alınabiliyor mu, öne sürülen ne olursa olsun yalayıp yutulabiliyor mu? Zamana ve mekâna göre değişebiliyor olmalı diye düşünüyor insan. Bünyesel bir durum mu? En azından bir yanıyla öyle olmalı sanki, ancak genetik arka planı da hesaba katarak, hiçbir bünye hudayinabit değil çünkü.

Çeşit çeşit bünye var mesela, her türden havayı soluyabilen, hiç yutkunma sorunu yaşamadan her türden şeyi yalayıp yutabilen bünyeler, solunanın da yutulacak olanın da pürü pak olması halinde nefes alıp yutkunabilen, bir yönüyle hijyenik sıfatına uygun bünyeler, solunması, yutulması zor da olsa nefes almaya, yutkunmaya gayret eden bünyeler, solunamayacakları, yutkunulamayacakları sayıp dökmekten neredeyse bitap halde, zamandan mekândan azade solunabilir ve yutkunulabilir hallerin peşinde nefes darlığı çeken ve yutkunma sorunu yaşayan bünyeler.

İlk türden olan bünyelerin hiç sindirme sorunu yok, ciğerleri de mideleri de sağlam; soludukları kadar atmosfere saldıkları nefes ve sindirdikleri kadar defi hacetleri ortamı kirletmeye devam ediyor, ama onlar için bir mesele yok, çünkü her hâl ve şartta yaşamayı becerebiliyorlar. Genetik kodlanmışlığın mümkün kıldığı bir güce sahip ‘dayanıklı’ bünyeler. Yarattıkları anafordan ne su ne ağaç ne dağ ne taş, ez cümle ne canlı ne cansız kaçabiliyor.

İkinciler ya yüksek sesle ya da karnından konuşan "bir ben var, bir de düşmanlarım" diyerek arı olanın peşinde olup peşine düştüğü arılığınsa en tuhafından kirlenmişlikle hercümerç olduğundan bihaber arı da arı şiarıyla tepinip duran bünyeler. Arılığın peşinde ‘kirliliğe’ duydukları tiksinti, kendi kirliliklerini görmekten azade kılıyor onları. İçini neyle doldurdukları belli olmayan, bir boş küme olduğundan bihaber kutsallığına kanaat getirdikleri vatan, millet mefhumlarıyla her türden talanın büyük küçük aparatçikleri oluyorlar her daim.

Üçüncü türdeki bünyelerse iman ettikleri tanrıların bile uğramadığı bir kıtanın sakinleri misali şükür ve şikâyetlerin yarattığı katarsisle hayatta kalabiliyorlar. Bu katarsisin yarattığı bir kendinden geçme haliyle bir “isteme kötürümlüğü”yle önceki bünyelerin kendiliğinden işbirlikçileri olabiliyorlar, onların ateşlerini taşıdıkları odunlarla güçlendiriyorlar. Kaçınılamaz olarak da içinde bulundukları budalalık, zor bela nefes alıp yutkunmanın acısını kendisi gibi olanlarla paylaşmayı ve dahi duygudaşlığını talep edebiliyor onlardan sadece: “Uyuşsun gövden sürekli, kupkuruluk hep yavanlık, yıkılmaz bu sıradanlık” (1)

Dördüncü türde olanlar en trajik bünyeler, toplumsal tarihin genetiğinde azınlık statüsüne kaydedildikleri halde ‘büyük insanlığın onurunu’ taşıma saikiyle gaileden gaileye koşup duruyorlar. Kendi ideallerine karşı günah işlememe gayreti içinde, yaşamı isteme gücünün zayıflatılmasına karşı "haydi ses ver" diyerek ‘büyük insanlığa’ çağrılarıyla çıkıyorlar ortalığa. Oysa o ‘büyük insanlığın’ zalimliğiyle giriştiği recmlerinden mustaripler. Yaşadıkları nefes darlığı, yutkunma zorluğu, girdikleri yolun kefareti sanki.

Geçmiş zamanların adımlarıyla devleşen bir kötülük sarmalı yakıp yıkıyor her yanımızı. Şehvetle kuduz bir iştihayla girişilen geçmişin talan ve katliamları, yolları döşeyip bugünkülere el vermiş aslında. Dolayısıyla bugünün talancılarının, fırsatçılarının arzuları, iştihaları kendi sermayelerinden çıkardıkları şeyler değil, tıpkı zalimliklerinin yarattığı dehşetin kaynağının kendilerinde olmaması gibi. Toplumsal genetikten neşet eden yatkınlık, isteme gücünün düçar olmasına, elden ayaktan düşüp parçalanmasına yol açmak kadar, her kurumunda, her mahfilinde yer etmiş şeytaniliğin, kendisine yönelen itiraz araçlarını kendi çıkarına kullanma maharetini de güçlendirmesine vesile oluyor. Sanki bu kötülükler ve günahlar sayesinde ayakta kalabilmiş, derinden derine, bunların ortadan kalkması ya da azalması halinde yok olup gidecekmiş korkusunu yaşayan bir toplumun üyeleri olarak nefes alabilme ve yutkunma macerasında teste tabi kılınıyoruz yeniden ve yeniden. Dedik ya bazı bünyeler ki kahir ekseriyet olmaları ihtimal dâhilinde, şerbetli, bazılarıysa ekaliyyet zaten, nefes darlığı ve yutkunma zorluğundan mustarip.

(1) Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, s.157.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.